Dersim: Soykırımlar (1914-18 & 1937-38)

Date Published: July 2, 2025
Özet
Bu madde, 1937-38 Dersim katliamlarını bir soykırım vakası olarak incelemekte ve olayları geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet Türkiye’sinde devlet öncülüğündeki şiddetin daha geniş bir sürekliliği içine yerleştirmektedir. Resmi devlet belgelerine, yabancı konsolosluk raporlarına ve hayatta kalanların tanıklıklarına dayanarak, hava bombardımanları, toplu infazlar, zorla yerinden etmeler ve köylerin yok edilmesi de dahil olmak üzere, Dersim’deki askeri harekatların sistematik doğasını detaylandırıyor. Soykırım sürecinin bir parçası olarak kadınların ve kız çocuklarının kaçırılması, asimile edilmesi ve cinsel istismara uğraması vurgulanarak şiddetin toplumsal cinsiyet boyutuna odaklanılıyor. Giriş aynı zamanda Dersim’de 1915’te (Ermeni nüfusa karşı) ve 1938’de (Alevi nüfusa (Alevileştirilmiş Ermeniler dahil) karşı) gerçekleştirilen iki soykırıma kronolojik bir genel bakış sunmaktadır. Ayrıca zorla Müslümanlaştırma ve kimliklerin baskı altına alınması hakkında da bilgi veriyor. Zorla çocuk nakli, 1938 Dersim Soykırımı’nda (Tertele) spesifik bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Girişin gücü, devlet politikalarını ve bunların uzun vadeli etkilerini belgelemesinde yatıyor ve Alevi karşıtı şiddetin tarihsel kökenlerini ve Dersim toplumunun yaşadığı kalıcı travmayı anlamak isteyen okuyuculara çeşitli bilgiler sunuyor.

Dersim 1915

Geç Dönem Osmanlı

Dersim, Sultan II. Abdülhamit döneminde (1895, 1896) gerçekleşen katliamlardan da, İttihat ve Terakki Cemiyeti (İ.T.C.) öncülüğünde Osmanlı Ermenilerine yönelik ülke çapında yürütülen soykırımdan da muaf kalmamıştır. Ancak İ.T.C. rejimi tarafından Dersim’de yürütülen soykırımın seyri hakkında tutarlı bir tablo çizmek zordur. Bunun başlıca sebebi, bu sürecin farklı iktidar koşulları altında ve özellikle yerel aşiret liderlerine bağlı şekilde yürütülmesidir. Fransız-Ermeni araştırmacı Raymond Kévorkian’ın da belirttiği üzere, Dersim’deki fiili tehcir uygulamaları ile İstanbul’a sunulan raporlar arasında sayılar ve olaylar bakımından belirgin çelişkiler göze çarpmaktadır. Aşağıda, ağırlıklı olarak Ermenilerin yaşadığı dört kazanın belirgin özelliklerine dair kısa bir özet yer almaktadır:

Çarsancak Kazası

Dersim’in Ermeni nüfusunun en yoğun olduğu yerleşim birimi Çarsancak kazasıydı. İstanbul’daki Ermeni Patrikhanesi’nin verilerine göre, I. Dünya Savaşı öncesinde bu kazada, 43 köyde toplam 7.940 Ermeni yaşıyordu. Bu topluluk, bölgede 51 kilise, 15 manastır ve 1.114 öğrenciye eğitim veren 23 okul sürdürmekteydi. (Kévorkian, 2011, s. 276)

“1914 yılında, Çarsancak kazasının idari merkezi Peri [Berri]’de 1.763 Ermeni yaşıyordu; kazaya bağlı diğer 42 köyde ise yaklaşık 6.200 kişi bulunuyordu. Kaymakam Ali Rıza, 2 Mart – 15 Temmuz 1915 tarihleri arasında görevdeydi. Bu nedenle, Harput [Elazığ] ile Dersim’i Fırat Nehri üzerinden birbirine bağlayan iskeleye yakın Pertag/Pertak [Բերդակ – Berdak] bölgesinde gerçekleşen ilk katliamlar sırasında görev başındaydı. Bu kazada resmi tehcir sayısı 6.537 olarak verilmiş olsa da, yukarıda belirtilen nüfus verileri, zorunlu çalışma taburlarına (amele taburları) alınan asker sayısı ve dağlık Dersim bölgesine sığınmayı başaran kişilerin varlığı göz önüne alındığında, bu rakamın inandırıcılığı tartışmalıdır.” (Kévorkian, 2011, s. 422)

Çemişgezek Kazası

İstanbul Ermeni Patrikhanesi’nin verilerine göre, I. Dünya Savaşı öncesinde Çemişgezek kazasına bağlı 22 köyde toplam 4.494 Ermeni yaşamaktaydı. Bu topluluk, 19 kilise, 2 manastır ve 729 öğrenciye eğitim veren 17 okul sürdürüyordu. (Kévorkian, 2011, s. 276) 20. yüzyıl başlarında, kaza merkezi Çemişgezek’te Mamikonian ve Partian adlarını taşıyan iki Ermeni okulu bulunuyor, bu okullarda yaklaşık 200 öğrenci eğitim alıyordu.

1 Mayıs 1915’te, Ermeni okullarında, çarşıdaki dükkânlarda ve bazı memur evlerinde silah arama bahanesiyle baskınlar başlatıldı; ertesi gün yaklaşık yüz kişi tutuklandı. Bu kişilere uygulanan işkencelerin, diğer bölgelere kıyasla daha zalimce olduğu ifade edilmiştir – bazı erkeklerin duvara çivilendiği bildirilmektedir. Bu işkenceler, 20 Haziran’a kadar sürdü. O tarihte kaymakam, tutukluların yargılanmak üzere vilayetin ikiz başkenti Mezere’ye sevk edileceğini duyurdu.

1 Temmuz 1915’te, Çemişgezek tellalı tehcir emrini halka ilan etti. Ertesi gün, bin Ermeni zorla yola çıkarıldı; ancak öncesinde bazı çocuklar ve genç kadınlar Türk ailelerce kaçırılmıştı. Kafile dört günde Arapgir’e ulaştı, üç gün sonra da Elazığ’a doğru devam etti. Normalde bir buçuk gün sürecek bu yolculuk, sürgün kafilesinin keyfi ve büyük dolaşık yollarla ilerlemesi nedeniyle üç hafta sürdü. Mezere’den sonra, kafile Hanlı Han üzerinden Diyarbakır’a doğru devam etti. Bu noktada, 10–15 ve 40–70 yaş arasındaki erkekler kafileden ayrılarak bir kervansarayda alıkonuldu. Ergani [Argana] Maden’e ulaşıldığında, Fırat Nehri kıyılarında çürümekte olan yüzlerce cesetle karşılaşıldı. Altı hafta sonra Siverek’e ulaşıldı; burada kafile soyuldu ve bazı kişiler katledildi. Urfa’da, Çemişgezek’ten gelen kafile ikiye bölünerek biri Suruç’a, diğeri Rakka’ya yönlendirildi. Mumbuc ve Bab’taki aktarma kamplarından geçtikten sonra, sadece 150 kadın Halep’teki transit kampına ulaşabildi.

Çemişgezek kazasına bağlı Garmrig [Karmrik] köyü, 19 Haziran 1915’teki silah aramalarıyla özellikle ağır etkilendi. 4 Temmuz 1915’te, Garmrig ve çevre köylerden 200 erkek tutuklandı ve sonraki günlerde jandarmalar ve Teşkilat-ı Mahsusa birlikleri tarafından idam edildiler. Aynı anda, 10 yaş altındaki erkek çocuklar ailelerinden koparıldı. 5 Temmuz’da Garmrig’li kadınlar, mülklerini kayda geçirmek üzere kiliseye çağrıldı ve ardından Urfa’ya sürgün edildiler. 10 Temmuz 1915’te, kadınlardan oluşan ilk kafile Çemişgezek köylerinden yola çıktı ve aynı akşam Fırat kıyılarına ulaştı. Orada muhafızlar, öldürülen eşlerine ait kanlı kıyafetleri onlara gösterdi. Çemişgezek’ten yola çıkan kafileler Arapgir’de birleşti. “Bu kazaya bağlı bazı köylerden, özellikle kuzeyde yer alanlardan, bazı köylüler Kürt bölgelerine kaçmayı başardılar ve 1916 baharına kadar burada hayatta kalabildiler. Bölge Rus ordusu kontrolüne geçtiğinde ise Erzincan’a yöneldiler.” (Kévorkian, 2011, s. 423)

Hozat Kazası

1880’li yıllarda Hozat’ta 150 ev bulunuyordu; bunların 30’u Ermenilere, geri kalanı Kürtlere ve Türklere aitti. 1915’e gelindiğinde ise bu sayı ciddi biçimde artmıştı: 864 evde 8.640 Ermeni, 324 evde ise 1.944 Kürt nüfus yaşadığı belirtilmektedir.[1] Ancak İstanbul Ermeni Patrikhanesi’nin verileriyle bu bilgiler arasında neredeyse 25 kat fark vardır. Patrikhane kayıtlarına göre, I. Dünya Savaşı öncesinde Hozat kazasına bağlı 16 köyde yalnızca 2.299 Ermeni yaşıyordu; bunların 350’si, toplam nüfusu yaklaşık 1.000 olan kaza merkezi Hozat’ta ikamet ediyordu. (Kévorkian, 2011, s. 423) Bu topluluk, 18 kilise (iki tanesi Hozat kentinde: Surp Prkiç / Kutsal Kurtarıcı ve Surp Gevorg / Aziz Georg), 11 manastır ve 150 öğrenciye eğitim veren 5 okul sürdürmekteydi. (Kévorkian, 2011, s. 276) Hozat kasabasında ayrıca 70–80 öğrencisi olan bir kolej de bulunmaktaydı.

Ermeni nüfusun bir kısmı yerliydi; diğer kısmı Harput (Elazığ), Arapgir, Eğin (Akn) ve Çemişgezek’ten göç etmişti. Kaza merkezi olan Medzkert (Mazgirt) bölgesinde yaşayan 1.835 Ermeninin çoğunluğu, yani 1.200’ü Hozat’ta ikamet ediyordu. Hozatlı Ermeniler ticaret, zanaat, tarım ve bahçecilikle uğraşıyordu. Resmî bir rapora göre, Hozat kazasından 1.088 Ermeni tehcir edilmiştir (Kévorkian, 2011, s. 422). Ancak R. Kévorkian, bu rakamların doğruluğuna şüpheyle yaklaşır: “Kazanın coğrafi konumu göz önüne alındığında, bu rakam pek olası görünmemektedir. Büyük ihtimalle, kasabanın Ermeni nüfusunun yaklaşık yarısı zulme uğrayarak hayatını kaybetmiş, diğer yarısı ise Dersim’in dağlarına sığınmayı başarmıştır.” (Kévorkian, 2011, s. 422)

Mazgirt / Mazgird / Mazkert / Medzkert Kazası

İstanbul Ermeni Patrikhanesi’nin istatistiklerine göre, I. Dünya Savaşı öncesinde Mazgirt kazasına bağlı dokuz köyde toplam 1.835 Ermeni yaşıyordu. Bu topluluk, 14 kilise, 22 manastır ve 155 öğrenciye eğitim veren iki okul sürdürmekteydi (Kévorkian, 2011, s. 276). Ancak Mazgirtli Ermenilerin büyük çoğunluğu –yaklaşık 1.200 kişi– Hozat kazasında ikamet etmekteydi. Geri kalanlar ise sekiz Ermeni-Alevi köyünde yaşıyordu: Lazvan, Dilan-Oğçe, Tamusdağ, Danaburan, Şorda, Khosengyur/Khushdun, Pakh (Pax; Türkçesi: Pah) ve Çukur. Bu köylerin çevresinde 15 Ortaçağ manastırının kalıntıları bulunmaktaydı.

Resmî kayıtlara göre, bu kazadaki tüm Ermeni nüfus tehcir edilmiş ve toplamda 1.423 kişi sürülmüştür. Ancak Raymond Kévorkian, burada gerçeklik ile yerel yöneticilerin ‘başarıyla gerçekleştirdiklerini’ iddia ettikleri tehcir uygulamaları arasında ciddi bir fark olduğunu ileri sürmektedir: “Özellikle bu sayı, bölgede tehcirden sorumlu kişilerin ne denli ‘gayretli’ olduğunu gösterir gibidir; şüphe yok ki, İstanbul’a işlerini ne kadar iyi yaptıklarını kanıtlamakla daha fazla ilgilenmişlerdir; nüfusun gerçek sayısını doğru biçimde tespit etmek ise öncelikleri olmamıştır.” (Kévorkian, 2011, s. 422)

Dersim, Ermeniler için Güvenli Bir Sığınak mıydı?

Bu soruya genellikle olumlu yanıt verilir. Ancak dönemin gözlemcileri ve tanıkları bu konuda daha nüanslı anlatımlar sunar. 1870’lere kadar Dersim, Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı özerk bir eyaletiydi; bir düz ovayla neredeyse 2.000 metre yüksekliğinde, ormanlarla kaplı bir dağ silsilesinden oluşuyordu. 19. yüzyıl boyunca ova kısımları giderek Osmanlı devletinin denetimine girerken, dağlardaki ulaşılması güç kalelerinde yaşayan Dersimliler 20. yüzyıla kadar bağımsızlıklarını koruyabildiler.

Ermeni olmayan tarihsel kaynaklardan anladığımız kadarıyla, 17. yüzyıldan itibaren Bingöl, Sivas (Sebastia), Erzincan (Yerznka) ve Harput (Kharberd) bölgelerinden gelen Ermeniler, Türk baskısından kaçarak Dersim’e sığınmış; bu bölgede bazıları Aleviliğe geçmişti. “Ermeni katliamlarından çok önce, birçok yerel Ermeni gönüllü olarak asimile olup Alevi Kürt oldu” (L. Molyneux-Seel, “A Journey in Dersim”, The Geographical Journal 44, no. 1 [1914]: 49–68). Bu süreç, hem yerel Zazaca ağızlarda hem de halk inancında iz bırakmıştır.” (Bruinessen, Excerpts, 1996, dipnot 5, s. 2)

Dersim Alevileri ile Ermeniler arasındaki ilişkilere dair ifadeler, özellikle 1915 soykırımı sırasında Alevilerin davranışlarına ilişkin olarak, çelişkilidir. Genel kanı ilişkilerin dostane olduğudur; zira Dersimlilerin çoğunluğu ne Hamidiye süvari birliklerinin katliamlarına katıldı ne de onların ardılları olan 1921’de kurulan Azadi (“Özgürlük”) milislerine katıldı. Yine aynı şekilde, Anadolu’daki son Hristiyan yerli nüfusa karşı yürütülen Kemalist bağımsızlık savaşına da iştirak etmediler. I. Dünya Savaşı sırasında Erzincan ve diğer bölgelerden tehcir edilen yaklaşık 10.000[2] ile 40.000[3] arasında Ermeninin hayatını, Alevi Dersimlilerin müdahalesine borçlu olduğu tahmin edilmektedir. Ancak bu yardımların özellikle tehcirin ilk aşamalarında çoğunlukla çıkar amaçlı olduğu da belirtilmelidir: Dersimliler, kaçış yardımları karşılığında cömertçe ücret alıyorlardı, ki bu da Dersim’deki mülteci yoğunluğu nedeniyle oluşan kıtlığı tetiklemişti.[4]

Elazığ (Harput)’ta görev yapan Amerikalı misyoner Henry H. Riggs, olaylara çok yakın bir tarihte kaleme aldığı anılarında, Dersim’de gelişen “kaçış ticaretine” dair şunları yazar: “İlk gizli ve temkinli girişimlerin ardından, hem Kürtler hem Ermeniler cesaret kazandı ve bu iş kısa sürede hızla büyüdü. Jandarmaların aralıklı denetimi sayesinde, insan trafiği arttı, maliyetler düştü. Başlangıçta yüksek meblağlar ödeyenler, bir süre sonra kişi başı beş dolara kadar inen fiyatları görünce keşke bekleseydik diye pişman oldular – hatta sonradan, gerçekten yoksul olduklarına Kürtleri ikna eden bazıları ücretsiz taşındı. Rusların Erzincan’ı işgalinden sonra, Erzincanlı Ermeniler Kürtlerle bir tür anlaşma yaptı; buna göre o şehirden gelen tüm mülteciler ücretsiz taşınacaktı. Sonuç olarak, neredeyse hepsi Harput’u terk edip memleketlerine geri döndü. (…) Benim sözünü ettiğim dönem boyunca –1915 yazından 1917 baharına dek– Dersimli Kürtler, Ermenileri Rusya sınırına taşımakta aktif ve sadık şekilde rol oynadılar.” (Riggs, 1996, s. 113, 116)

I. Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında Dersim’deki aşiretlerin genel olarak olumlu tutumu, kimi zaman şu gerçeği gölgede bırakır: Dersim’de de bazı Ermeniler, yarı özerk konumdaki bölgesel aşiret reislerinin keyfi uygulamaları nedeniyle mağdur oldu; Osmanlı devleti ise Hristiyan tebaasını bu keyfiliğe karşı korumak için herhangi bir müdahalede bulunmadı. Örneğin Çarsancak kazasında (bugünkü Akpazar; eski adıyla Peri, Harput ile Tunceli arasında), yerel “Kürt grupları” sıklıkla Ermeni mallarına el koymaktaydı. Her ne kadar bazı Alevi aşiretleri –Dersim’in “Kürtleri” olarak anılanlar– Ermeni katliamlarına katılmamış olsa da[5], ifadeler birbiriyle çelişmektedir: “Ancak şu da eklenmelidir ki, dönemde birçok örnek belgelenmiştir; bunlarda, Dersim’e bağlı bazı Kürt ve Zaza aşiretlerinin Osmanlı makamlarıyla iş birliği yaparak Ermenilerin katledilmesine ve mallarının yağmalanmasına katıldıkları görülmektedir. Dersim’deki Zaza aşiretlerinin ihanetine dair tanıklıklar da kayda geçmiştir.”[6]

Osmanlı İmparatorluğu’nda görev yapmış olan Alman Protestan papazı ve askeri papaz Siegfried Graf von Lüttichau, 1918 yazında kaleme aldığı gözlemlerinde, Dersim’in sığınak oluşunun çelişkili niteliğine dikkat çeker: “Dersim Kürtlerinin bulunduğu bölgede yalnızca orada zaten bir tür serflik (kölelik) içinde yaşayan Ermeniler değil, aynı zamanda bu Kürt aşireti tarafından büyük Ermeni gruplarının topraklarından geçirilerek Rus sınırına ulaştırıldığı görülmektedir. Bu, elbette Hristiyanlara olan sevgilerinden değil, Türklere duydukları nefretten kaynaklanmaktadır. Ne yazık ki, bu yardım eğilimi artık sona ermiştir; çünkü artık Dersimlilerin arkasını kollayan Ruslar yoktur ve Kafkas cephesindeki son Osmanlı komutanı İzzet Paşa’nın diplomatik ve oldukça becerikli manevraları sayesinde, Dersimliler yeniden Osmanlı hükümetine itaat eder hale gelmiştir. Daha önce üzerlerine yürütülen ağır cezalandırma seferlerini hatırlayan Dersimliler, bu kez kendi güvenlik kaygıları nedeniyle emir gereği hâlâ kendilerinde saklanan tüm Ermenileri Osmanlı makamlarına teslim etmişlerdir. Bu teslimlerin ardından infazlar hemen gerçekleştirilmiştir. Şu anda Mezere’de [Elazığ] Dersim bölgesinden yaklaşık 500 kadın ve çocuk bulunmaktadır. Dersimliler, zulme uğrayanlara sadakat gösteren tek grup değildi. Örneğin Malatya ile Urfa arasındaki dağlık bölgelerde uzun süre hâkimiyet kurmuş Kürt eşkıya Bozo’nun, fırsat buldukça Türk subay ve askerlerinin giysilerini soyup Ermeni ailelere yardım ettiği anlatılmaktadır.”[7]

Aşiret Toplumu

Birçok Ermeni’nin fiziksel imhadan kurtarılmasının bedeli, Dersim’deki aşiret sistemine tâbi hale gelmeleriydi. Merkezi devlet otoritesinin denetiminden büyük ölçüde kaçabilen dağlık bölgelerde –Dersim gibi– bölgesel özgünlükler büyük rol oynar. Dersim’de bu özgünlüklerin başında aşiret yapıları gelmekteydi. Muhtemelen Kürt aşiret sisteminin etkisiyle, Ermeni toplumu içinde de Dersim’de, başka yerlerde pek rastlanmayan biçimde klanlar ve aşiretler oluşmuştu. Ermeni yazar Andranik Yeritsian, 1900 yılında Tiflis’te yayımlanan seyahatnamesi Dersim’de, merkezî veya dağlık Dersim’de Alevilerle uyum içinde yaşayan Mirakyan Ermeni aşiretinden söz eder. Yeritsian, Mirakyan aşiretine mensup kişi sayısını 8.000 olarak verir. Bu grup, kendilerine özgü bir lehçe konuşur ve Ermeni tarihinde önemli bir soylu aile olan Mamikonyanların torunları sayılır. Mirakyanlar, Alevi Kızılbaşlarla birlikte, Halvor kutsal alanının geleneksel koruyucuları olarak bilinir. Bu aşiret, Osmanlı ordusuna karşı Dersimlilerin yürüttüğü direnişlere katıldığında, üç bin silahlı adamı bulunuyordu. (Kévorkian, 2011, s. 421) 1834 yılında Reşid Paşa’nın 40.000 kişilik bir orduyla Dersim’e ilerlemesi sırasında, Mirakyanlar bölgenin savunmasında öne çıkan bir rol oynamıştı. “Neredeyse yalnızca hayvancılıkla, ayrıca halı ve kilim dokumacılığıyla geçinen bu dağ halkı, 1915’te kısmen tasfiye edildi; ancak azınlık bir grup Dersim’de hayatta kalabildi.” (Kévorkian, 2011, s. 421)

Bununla birlikte, Dersim’in tüm sakinleri aşiret üyesi değildi; bu hem Hristiyan Ermeniler hem de Müslüman ya da Alevi Kürtler ve Zazalar için geçerliydi. “Çiftçilerin birçoğu –yalnızca Ermeniler değil, Kürt köylüler de– toprak sahiplerine kişisel bağımlılık ilişkisiyle bağlı olarak yaşardı. Bu ilişki, birçok yönüyle serfliğe (toprak köleliğine) yakın olmakla birlikte, aynı zamanda onları ağa ya da beylerin (aşiret reisleri ya da kent eşrafı) koruması altına da alırdı. Bu beylerin güçleri, iltizam sistemi (vergi çiftliği) üzerine inşa edilmişti. Bazı durumlarda yalnızca bir köyü değil, tüm bölgeleri denetimleri altında tutarlardı.” (Kévorkian, 2011, s. 421)

Dersim’deki aşiret sisteminin bu ikili (koruyucu ama tahakkümcü) karakteri, Kazım Gündoğan’ın 1915 soykırımından sağ kurtulan Ermenilerin Alevileştirilmiş torunlarıyla yaptığı mülakatlarda açıkça görülmektedir. Dersim’e 1915’te sığınan ya da zaten orada yaşayan Ermeniler, toplumsal, ekonomik ve kültürel bağımlılık karşılığında yerel ağalara (Ağa) tâbi oldular: Alevileşme ya da İslamlaşma, buna eşlik eden dilsel asimilasyon, ve koruyucularına hizmet ya da vergi verme yükümlülüğü; bu koruyucular, kimi zaman Ermeni kadınlarla diledikleri gibi evlilik de yapmaktaydı.

Ölüme karşı sağlanan bu koruma, hayatta kalanların torunlarının da açıkça belirttiği gibi, şefkatten değil, çıkar hesaplarından kaynaklanıyordu; çünkü Ermeniler yalnızca Dersim’de değil, genel olarak zanaatkâr ve çiftçi nitelikleriyle değerli görülüyordu. 1960 doğumlu Aida (Ayten) Güneş, büyükbabasına dair verdiği röportajda şöyle der: “Tabii ki ağa onu salmadı, evlendirdi ve karısıyla birlikte köle gibi kendisine çalıştırdı… Ermeni çocuklarını ‘korumaya’ aldılar, korudular, evlat edindiler ama aynı zamanda toprak kölesi gibi kullandılar; bu da bir gerçek… Özellikle zengin ailelerin çocuklarını evlat edinmeye özen gösterirlerdi, çünkü ‘zenginlerin çocuklarını ne kadar çok alırsan, gelecekte o kadar refaha kavuşursun’ düşüncesi vardı.”[9]

1954 doğumlu Musa Teyhani, verdiği mülakatta, Ermeni kadınların cinsel olarak istismar edilmesini bu serflik sisteminin bir parçası olarak açıkça dile getirir: “Önce Ermenileri kovdular, sonra kalanları (yani bizleri) köleleştirdiler… Bizi maraba yaptılar, atlarına, ahırlarına, işlerine bakan köleler olarak kullandılar… Sevdiklerinden değil, iş gücüne ihtiyaçları olduğundan… Bunu söylemek acı ama ağa kimi isterse onun ailesini, karısını alır, kullanır, sonra geri verir ya da terk ederdi… Yani Ermenilerin elinde hiçbir şey kalmamıştı…”[10]

Şengül Gündoğdu Devletli, babasının sözlerini şu şekilde aktarır: “Rahmetli babam hep üzülerek söylerdi: ‘Kendi topraklarımızda maraba olduk.’ Çünkü bu topraklar bir zamanlar Ermenilerindi. Onlara ait toprakları aldılar. Ermenilerin tarlalarını –yani atalarının topraklarını– satın aldılar. Çok sayıda toprak kavgası yaşandı. Bu meselelerde devlet her zaman Alevilerin tarafındaydı. Bir Ermeni’yi destekleyecek durumda değildi…”[11]

Bu yapıya karşı çıkan eğilimler ancak 1970’lerdeki komünist ve devrimci hareketlerle, özellikle Dersimli gençlerin aşiret sistemini geri kalmış ve baskıcı olarak tanımlamasıyla ortaya çıktı. Ancak 1980 darbesi, bu dönüşümü bastırarak devrimcilerin siyasal olarak tasfiye edilmesine yol açtı.

1916 Kürt Tehcirleri

Despot Sultan II. Abdülhamit’in (1876–1909) iktidarına benzer şekilde –ki kendisi daha sonra İttihatçılar tarafından tahttan indirilmiştir– İttihat ve Terakki yönetimi de Kürtlere yönelik politikalarını, bu grupların rejimin Hristiyan karşıtı siyasetlerine olan “kullanışlılıklarına”, eski Hamidiye alaylarına mensubiyetlerine ve heterodoks Müslüman mezheplerle olan bağlantılarına göre şekillendirmiştir.

Dersim’de daha 1915 Temmuz’unda, Osmanlı hükümetinin Ermenilere yönelik imha politikasının hemen ardından Kürtlere de aynı muamelenin yapılacağına dair söylentiler yayılmaya başlamıştı. Dahiliye Nazırı Talat Paşa derhal karşı propagandaların başlatılması talimatını vermişti. Ancak, bu söylentilerin üzerinden bir yıl geçmeden, gerçekten de Dersimliler sürgüne gönderildiğinde, onlar bu duruma ağıtlar yakarak karşılık verdiler; Tanrı’ya hayatta kalmaları için dua ederken, kendilerini Almanların sürdüğünü söyleyerek onlara öfke kusuyorlardı.[12]

Tarihçi Hilmar Kaiser, Kürtlerin tehcir sürecinin ilk aşamasını şöyle özetler: “Bazı Kürt aşiretleri ve köylüler, Osmanlı birliklerine katılarak Ermenilerin katledilmesinde gönüllü rol üstlendiler. Diğerleri –örneğin Dersim Kürtleri– direniş gösterdi ve Ermenilerin Rus hatlarına kaçışlarını örgütledi. Buna cevaben Osmanlı ordusu, Dersim Kürtlerinin batı vilayetlerine sürülmesini emretti. Ancak bu, yalnızca Dersim’e özgü bir olay değildi. Kısa süre içinde Haydaranlılar gibi tüm aşiret toplulukları İç Anadolu platosuna sürüldü. Bu sürgünün gerekçesi ilerleyen Rus ordusuna dair bir korku değildi; asıl amaç, bu Kürt Müslümanların Türk nüfusa asimile edilmesiydi. (…) Kürtlerin artık kendilerine Kürt dememeleri gerekiyordu. Aynı zamanda, birçok Kürdün Şiiliğin özel bir biçimine mensup olması gibi dinsel farklılıkların da ortadan kaldırılması hedefleniyordu. Yerel yöneticilerden, hangi bölgelerde Ermeni mal varlığı bulunduğu ve hangi bölgelerin Kürtleri ‘barındırma’ kapasitesine sahip olduğu konusunda ayrıntılı bilgi sunmaları istenmişti. Bu şekilde, Osmanlı Dahiliye Nezareti, Ermenilerin yok edilmesini organize etmek için kurulan idari yapıyı, Kürtlerin asimilasyonu için de kullanmış oldu. Kürtler kitlesel olarak katledilmemiş olsa da, sürgüne gönderilenlerin önemli bir kısmı açlık ve hastalıktan öldü; çünkü genellikle daha önce Ermenilerin katledildiği aynı bölgelerden geçirilmişlerdi.”[13]

Öte yandan, 1916 baharında, Dersim’deki Alevi nüfusun da imha edilmesi yönünde bir devlet niyeti olduğuna dair işaretler mevcuttur. Bu dönemde yaklaşık 2.000 Alevinin –o dönem belgelerde “Kürt” olarak anılan– Dersim’den sürülmeye çalışıldığı görülmektedir. Amerikalı misyoner Henry H. Riggs, bu süreci şöyle anlatır: “Dersim’deki Kürtlerin ayaklanmasının ardından yaşanan en üzücü olaylardan biri, Osmanlı hükümetinin bu Kürtleri korkutmak amacıyla onlara da Ermenilere yaptığı gibi davranmasıydı. Harput’taki Osmanlı memurları, ‘Bu bölgedeki Kürtleri burada bırakmayacağız; onları da Ermeniler gibi tehcir edeceğiz’ demişti. Osmanlı hükümetinin böyle büyük bir çılgınlığa kalkışması inanılmaz görünüyordu, fakat bir gün, gerçekten de tehcir edilen Kürtler geldi. Yaklaşık iki bin kişiden oluşan zavallı bir kervan şehre doğru ilerliyordu: kadın, erkek ve çocuklardan oluşan bu grup, Türk saldırılarına direnen ama sonunda yenilen bir aşiretin mensuplarıydı ve şimdi sürgüne gönderiliyorlardı. Şehirden geçerken, daha önce Ermeni tehcirinde tanık olduğumuz sahnelerin aynısı gözlerimizin önünde tekrarlandı. Günlerdir yolculuk eden bazı kadınlar Harput sokaklarında yere yığıldı, artık yürüyemez hale gelmişlerdi. İçlerinden biri doğum yaptıktan sonra oracıkta öldü, bebeği bize getirildi ve biz onu sahiplenen Ermeni bir kadın sürgüne teslim ettik; bildiğim kadarıyla bu çocuk hâlâ onunla birlikte yaşıyor. Başka bazıları ise tamamen sahipsiz şekilde, yalnızca Ermeni sürgünlerin yardımıyla can verdi.” (Riggs, 1996, s. 183) “Ancak büyük bir şaşkınlıkla, ertesi sabah aynı kervanı başka bir yoldan geri dönerken ve doğdukları topraklara geri giderken gördük. Kürtlerin tehcirine dair gördüğümüz son sahne buydu. O dönem yaygın olan açıklamaya göre, bu durumun nedeni büyük olasılıkla doğruydu: Aralarındaki iç çekişmelere rağmen, Dersim’in Kürt aşiretleri, Türk hükümetinin bu korkunç uygulamasını haber alınca ilk kez birleştiler ve Valiliğe karşı tam bir birlik gösterdiler. Söz konusu sürgündeki iki bin kişinin geri gönderilmemesi halinde, tüm birleşik Dersim halkının Harput’a yürüyeceğini ve şehri yakacağını belirten haberci gruplar gönderildi.” (Riggs, 1996, s. 184)

Diğer bölgeler ise bu kadar şanslı değildi. 1916 baharından itibaren, Erzurum ve Bitlis vilayetlerinden yaklaşık 300.000 Kürt, önce Urfa bölgesine (Kuzey Mezopotamya), ardından Ayntap ve Maraş’a; ikinci aşamada ise Konya platosuna doğru sürüldü. Alman-İsviçreli misyoner Jacob Künzler (1871–1949), bu sürgünlerin ilk aşamasına tanık olmuş ve 1921 yılında yayımladığı Kan ve Gözyaşı Ülkesi (Im Land des Blutes und der Tränen) adlı anılarında şu sonuca varmıştır: “İttihatçıların amacı, bu Kürt unsurların bir daha asla ata yurtlarına dönmemesiydi. Yavaş yavaş, İç Anadolu’da Türkleştirilmeleri hedefleniyordu. Bu Kürtlerin sürgün sırasında gördüğü muamele, Ermenilerinkinden çok farklıydı. Yolda zarar görmediler, kimsenin onlara dokunmasına izin verilmedi. Ama en korkunç olan şey, sürgünün tam da kış ortasında gerçekleşmiş olmasıydı. Akşam vakti bir Kürt kafilesi Türk köyüne vardığında, köylüler korkudan kapılarını kilitliyordu. Böylece, zavallı insanlar, yağmur ve kar altında kış gecesini dışarıda geçirmek zorunda kalıyordu.”[14]

Kürt nüfusun bu şekilde dağılmasının amacı, genel Türkleştirme programı çerçevesinde asimile edilmeleriydi. Bu doğrultuda, aşiret reisleri ve dinî önderler, topluluklarından kopartılıp yalnızca birkaç kişi olarak saf Türk köylerine yerleştirildi. Aynı zamanda bu demografik dağılım, heterodoks inançları da hedef alıyordu; yani Alevilere, Raa Haqi inancına mensup olanlara ve →Êzidîlere karşı bir yönü de bulunmaktaydı.

1937/38: Tertelê 

Motivasyonalrın Değerlendirilmesi

Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin, on yılı aşkın bir hazırlık sürecinin ardından Dersim nüfusunun büyük bir bölümünü yok etmeye ve sürgün etmeye yönelmesinin arkasındaki nedenlere ilişkin araştırmalarda çeşitli — ancak birbirini zorunlu olarak dışlamayan — görüşler mevcuttur.

Devlet kontrolünün sağlanması: Yüzyıllar boyunca yarı özerk bir yapıya sahip olan Dersim, önce İstanbul’daki Osmanlı merkezî otoritesine, ardından Ankara’daki Cumhuriyet yönetimine karşı başarıyla direnmişti. Bu süreçte vergi vermemiş, askere gitmemiş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarındaki asimilasyon politikalarına da direniş göstermişti.

Irkçılık: Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadroları, Türk “ırkını” üstün ırk olarak tanımlayan bir halkçı (volkisch) ideolojiye bağlıydılar. Daha 1925 yılında, dönemin hükümet başkanı İsmet İnönü, Türklerle Türk olmayanlar arasındaki hiyerarşiyi şöyle tanımlamıştı: “Biz açıkça milliyetçiyiz. Bizi bir arada tutan tek şey milliyetçiliktir. Türk çoğunluğu dışında hiçbir [etnik] unsurun etkisi olmamalıdır. Bu ülkede yaşayanları ne pahasına olursa olsun Türkleştireceğiz, Türk’e ve Türklüğe karşı çıkanları yok edeceğiz.”[15]

1930 yılı Eylül ayında, Adalet Bakanı Mahmut Esat da Türk olmayanlara yönelik tehditkâr açıklamalarda bulunmuştu: “Bu memleketin yalnız efendileri ve yalnız sahipleri Türklerdir. Saf Türk soyundan olmayanların bir tek hakkı vardır: hizmetçi ve köle olmaktır. Bunu dost da bilsin, düşman da; hatta dağlar bile bu gerçeği bilsin!”[16]

“Modernleşme” ve “Uygarlık”: Kürt aşiretçiliği, geri kalmış, modern öncesi, “feodal” ve vahşi olarak değerlendirildiği için, sözde ilerleme ve medeniyet adına mücadele edilmesi ve bastırılması gereken bir unsur olarak görülüyordu. Bu yaklaşım, aynı dönemde Sovyetler Birliği’nin Sibirya ve Arktik çevresindeki yerli halklara yönelik nüfus politikalarıyla da paralellik gösterir: Göçebe yaşam tarzı ve aşiret yapıları ilerlemeye karşı bir tehdit olarak kabul edilerek bu topluluklar zorla yerleşik hayata geçiriliyordu.

Ermeni Soykırımının Devamı: Bazı araştırmacılar, Tertelê’yi Ermeni soykırımının devamı olarak değerlendirir. Fransız muhabirler Laure Marchand ve Guillaume Perrier, 1938’de Dersim’de yürütülen askeri harekâtın, 1915’te başarısız kalmış bir sürecin tamamlanması anlamına geldiğini ileri sürerler. Onlara göre amaç, bölgede hâlâ hayatta kalan Ermenilerin tamamen ortadan kaldırılmasıydı. Aynı zamanda, 25 yıl önce Ermenilere sığınma ve koruma imkânı sağlayan Orta Dersim’deki Alevi nüfusun da cezalandırılması hedeflenmişti. 1938 yılında Türk askerlerinin bazı köylerde sünnetsiz çocukları aradığı bildirilmektedir.[17]

Ayrıca, Türk yetkililerin dikkatinden kaçmayan bir diğer husus da, birçok Alevi Dersimlinin kökeninde Ermenilik olduğuydu — çoğu durumda bu köken, kadın atalar üzerinden, yani anne veya büyükanne nesliyle aktarılmıştı. Hayatta kalanların tanıklıklarına göre, Alevileştirilmiş Ermenilerin katliamlar ve sürgünlerden orantısız biçimde etkilendiği anlaşılmaktadır.

Tertelê: Otonom kimliklerine rağmen, Dersimliler Kemalist Kürt politikalarının kurbanı oldular. Misak-ı Millî, yani “Millî Yemin”, bir zamanlar Kemalistlerle Kürt aşiretleri arasındaki ittifakı güvence altına almıştı; bu ittifak, Müttefik işgal güçlerine ve Osmanlı’da kalan Hristiyan nüfusa karşı yürütülen mücadelede önemli rol oynamıştı. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin tek parti yönetimi üniter, seküler ve etno-milliyetçi bir devlet yapısını benimsedikçe, bu ittifak çöktü.

Kürtler, bu yeni devlet içinde ikinci büyük ulus olmalarına rağmen, giderek daha fazla dezavantajlı ve dışlanmış bir konuma itildiler. Bu durum 1925 ve 1928 yıllarında bölgesel ayaklanmalara yol açtı; bu isyanlar devletin varlığını tehdit etmemekle birlikte, asimilasyon ve zorunlu iskân politikaları için bahane olarak kullanıldı.

Kürt tarihsel anlatısında, Dersim katliamı, Kürt ulusal hareketinin bastırılması ve zulmün sürekliliğinin bir parçası ve kanıtı olarak sürekli anılmaktadır. 1938 Eylül ayının sonunda hazırlanan bir raporda, Trabzon’daki İngiliz Konsolosu, Dersim’deki soykırım benzeri olayları, 1915/16 Osmanlı Ermenilerine uygulanan kapsamlı soykırımla karşılaştırmış ve şu sonuca varmıştır: “Binlerce Kürt, kadın ve çocuklar da dâhil olmak üzere, katledildi; bazıları — özellikle çocuklar — Fırat Nehri’ne atıldı; daha az düşmanca bölgelerde yaşayan binlerce kişi ise — önce hayvanlarına ve diğer mallarına el konularak — Orta Anadolu’daki vilayetlere sürgün edildi. Bugün artık Türkiye’de Kürt meselesinin kalmadığı söylenmektedir.”[18]

Uygulama
1926 ile 1934 yılları arasında, Türk siyasetçileri ve devlet görevlileri, Dersim halkının nasıl “medenileştirileceği” veya cezalandırılacağı üzerine tartışmalar yürüttü: Bu süreç, “yeniden eğitme” (asimilasyon) yoluyla mı, yoksa imha yoluyla mı gerçekleştirilecekti? Dersimlilerin direniş ruhu dikkate alındığında, İçişleri Bakanlığı müfettişi ve milletvekili Hamdi Bey, 2 Şubat 1926 tarihli raporunda Dersim halkını insanlıktan çıkaran bir dil kullanarak şunları yazdı: “Dersim, Cumhuriyet Hükümeti için bir çıbandır. Bu çıbana karşı, vatanın selameti adına nihai bir önlem almak kesinlikle gereklidir. (…) Bu insanları [Dersimlileri] yerleştirmek veya hatta onları medenileştirmek ve eğitmek yönündeki girişimler sadece bir hayalden ibarettir.” (Küpeli, 2024, s. 196)

Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal de, İttihatçı soykırım ideologlarının daha önce kullandığı sahte-tıbbi retoriği benimseyerek, imha niyetini benzer bir dille ifade etti: “Bu yarayı, bu illeti kökünden kurutmak için ne gerekiyorsa yapılmalıdır – bedeli ne olursa olsun.”[19] Bazı diğer yetkililer ise asimilasyonu, Kürt aşiret liderlerinin kalıcı olarak sürgün edilmesini ve askerî operasyonları önerdi. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya — ki daha önce İttihat ve Terakki döneminde İskân-ı Aşâir ve Muhacirin Müdüriyeti’nin (IAMM) başındaydı ve böylece Ermeni tehcirinden sorumluydu — 18 Kasım 1931 tarihli raporunda Dersim’e yönelik alınacak önlemleri şu şekilde özetledi: “(A) Silahsızlandırma, (B) Aşiret reisleri ile onların ardıllarının Dersim’den uzaklaştırılması, (C) Bölgeye ya da başka bir yere çiftçilerin iskanı. Bu, askerî harekât olmadan da yapılabilir.” (Küpeli, 2024, s. 189)

1920’lerden itibaren art arda gerçekleşen Kürt isyanlarına tepki olarak, Türkiye Büyük Millet Meclisi, 14 Haziran 1934 tarihinde İskân Kanununu kabul etti. 21 Haziran 1934’te yürürlüğe giren bu kanun, Kürtlerin asimilasyonu ya da “Türkleştirilmesi” amacıyla çıkarılmıştı. Bu yasa uyarınca Kürtçe kamusal alanda yasaklandı, ayrıca Kürt bölgelerine Türklerin iskan edilmesi hükme bağlandı.[20]

İskân Kanunu, “sağlık, ekonomi, kültür, askerî ve güvenlik” gerekçeleriyle, Türk olmayan nüfusun çoğunlukta olduğu bölgelerin ya demografik olarak seyreltilmesini ya da tamamen boşaltılmasını öngörüyordu.

1. Madde şöyle der: “Türkçe konuşmayan halkın yoğun bir şekilde yaşamasının önlenmesi ve mevcut yoğunluğun dağıtılması amacıyla ülke içinde yasaklama uygulanacaktır.”[21]

9. Madde ise şunları belirtir: “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Çingeneler ve Türk olmayan göçebe aşiretler, Türk kültürünün çok kuvvetli olduğu bölgelerde, yalnızca küçük gruplar hâlinde iskan edileceklerdir. Eğer ülke güvenliği bunu gerektirirse, Türkiye’den sınır dışı edilebilirler.”[22]

Aynı yıl, Dersim’in ismi resmen Tunceli olarak değiştirildi – bu bölgeyi hatırlatacak hiçbir yer adı bile kalmamalıydı. Yeni idari birim (7.774 km²), daha önceki sancak statüsündeki Dersim bölgesinden çok daha küçüktü. Bunu, 1935’te kabul edilen “Tunceli Kanunu” izledi. Bu yasa ile Dersim’de askerî varlık artırıldı ve özellikle Merkezî Dersim üzerinde bir askerî diktatörlük kuruldu. Ayrıca, bölgede olağanüstü hâl ilan edildi ve bu durum ancak 1948 yılında sona erdi.

1936 yılında, Dersim’in “medenileştirilmesi” amacıyla bölge, askerî yönetime tabi kılındı. 1937 yılının Mart ayında, bölgede telefon hatlarının kesilmesi ve ahşap bir köprünün yakılması, hükümetin büyük çaplı bir askerî “cezalandırma harekâtı” başlatması için önemsiz bir bahane olarak kullanıldı. 4 Mayıs 1937 tarihli gizli Bakanlar Kurulu kararı, bu harekâtın aslında bir “nihai çözüm” hedeflediğini ortaya koyuyordu. Bu kararda, silah kullanan veya kullanmış olanların yerinde ve bir daha kalkamayacak şekilde etkisiz hale getirilmesi, köylerinin tamamen yok edilmesi ve ailelerinin bölgeden çıkarılması öngörülüyordu.

Oysa Dersim’de neredeyse her erkeğin silah taşıması, bu emrin fiilen genel bir katliam çağrısı anlamına geldiğini gösteriyordu. Toplam yaklaşık yüz aşiretten yalnızca beşi askerî harekâta direniş göstermişti. 4 Mayıs 1937’de, Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu, “Dersim Cezalandırma ve Sürgün Operasyonu”nun uygulanmasına karar verdi. Aynı gün başlatılan bu operasyon, Eylül 1938’e kadar dört aşamada sürdürüldü.

Harekâtı durdurma çabası da sonuçsuz kaldı: Dersimli pir ve aşiret önderi Sey(it)/Seyid Rıza (*1862, Derê Arí köyü, Lirtik/Ovacık; †1937), askerî operasyonların sona ermesi için, 10 Eylül 1937’de gönüllü olarak Erzincan Jandarma Karakolu’na teslim oldu. Ancak bu teslimiyete rağmen, 15 Kasım 1937 günü kendisi ve altı kişi daha “isyancı” oldukları iddiasıyla Elazığ’da idama mahkûm edildi ve aynı gece infaz edildiler. İnfaz edilenler arasında, Sey Rıza’nın reşit olmayan oğlu Resik Hüseyin de vardı.

Daha sonra Türkiye Dışişleri Bakanı olacak olan ve o dönemde genç bir memur olarak Sey Rıza ve arkadaşları hakkında “hızlandırılmış yargılamayı” organize eden İhsan Sabri Çağlayangil, Sey Rıza’nın son sözlerini şöyle aktarır: “Biz Kerbela çocuklarıyız. Bir suç işlemedik. Bu bir ayıptır. Zulümdür. Cinayettir.”[23]

Bu sözler, Sey Rıza’nın kendisini Alevi şehitlik geleneğinin bir parçası olarak gördüğünü açıkça ortaya koymaktadır. Mart 1938 sonunda, hükümet, 1937’deki askerî operasyonların “tamamlanması” amacıyla yeni bir saldırı dalgası başlatma kararı aldı. Amaç, önceki yılın “geriye kalan muhaliflerini” takip etmek, kaçakları kovuşturmak, silah toplamaya devam etmek ve 2.000 ila 5.000 “şüpheli” kişiyi Tunceli’den sürgün etmekti. “Yeni askerî operasyon, 1938 yılının Haziran ayında başladı.” (Küpeli, 2024, s. 196)

Askerî yok etme harekâtı, çok sayıda köyün havadan bombalanması, yerleşim alanlarının yakılarak yok edilmesi üzerine kuruluydu. Askerî birlikler, hiçbir ayrım gözetmeksizin tüm köyleri bastı, kadın, erkek, çocuk demeden halkı acımasızca katletti. Silahsız kadın ve çocukların birçoğu, düzenli biçimde yürütülen bir “yakılarak yok etme” (holokost) sırasında hayatını kaybetti: mağaralarda ya da ahırlarda canlı canlı yakıldılar. Bölgenin zaten fakir olan geçim kaynaklarını da yok etmek amacıyla büyükbaş hayvanlar kesildi, Dersimlilere ait mallara el konuldu.

Dersim doğumlu olan, Kürt ulusal hareketinin bir aktivisti, veteriner hekim ve Sey Rıza’nın danışmanı olan Dr. Mehmet Nuri Dersimî (*1893, Axzonike – †22 Ağustos 1973, Halep), 1915’te Erzincan’daki Kemah Boğazı’nda Ermeni katliamlarına tanıklık etmişti ve 1937/38 Dersim Soykırımı’nda birçok akrabasını kaybetmişti. Mehmet Nuri Dersimî, o dönemde direniş gösteren aşiretlerin kadın ve çocuklarının mağaralara sığındığını yazar: “Bu kadın ve çocukların binlercesi, mağara girişlerinin ordu tarafından duvar örülerek kapatılması sonucu hayatını kaybetti. Bu mağaralar, bölgeye ait askerî haritalarda numaralandırılmıştır. Bazı mağaraların girişlerinde ordu ateş yakarak içeridekileri boğarak öldürdü. Mağaralardan kaçmaya çalışanlar ise süngülerle delik deşik edildi. Kureyşan ve Bahtiyar aşiretlerine mensup kadın ve çocukların büyük kısmı, Türklerin eline düşmemek için kendilerini Munzur ve Perçik vadilerinin yüksek kayalıklarından aşağı attı. (…) Kırganlılar ise Türk devletine güvendikleri için tamamen yok edildiler. Önderleri işkence gördü, ardından kurşuna dizildi. Kaçmaya çalışan ya da orduya sığınmak isteyen herkes toplandı. Erkekler oracıkta vuruldu, kadın ve çocuklar ise ahırlara kapatılıp yakıldı.”[25]

Teslim olmuş olan Karabal, Ferhat ve Pilvenk aşiretleri dahi imha edildi. Bu aşiretlerin kadın ve çocukları da ahırlarda canlı canlı yakıldı. Devlete her zaman sadık kalmış olan Pilvenk ve Aşağı Abbas gibi aşiretlerin mensupları dahi kurşuna dizildi. Irgan (Ergen, Erğan) köyünde kadınlar ve genç kızlar bir araya toplandı, benzin dökülerek ateşe verildiler.

Teslim olan şeyh Mehmet’in aşiretinin merkezi olan Xêç köyü, gece baskınıyla makineli tüfek ve top ateşi altında tamamen yok edildi. Hozat kasabasının halkı ve Karaca aşiretinin tüm üyeleri, Hozat dışındaki bir askerî kamp yakınında makineli tüfekle taranarak öldürüldü. 1938 yazının sonuna doğru, Nazımiye ilçesindeki Hormekan, Kureyşan ve Alan aşiretleri ile Mazgirt’in (Ermenicesi: Medzkert – “Büyük Kale”) Bamasuran aşiretinin bir kısmı yok edildi ve cesetleri yakıldı. Hatta Türk ordusunda zorunlu askerlik görevini yapan Dersimli gençler bile kurşuna dizildi.

Sürgün ve Tehcir

Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemde olduğu gibi, İçişleri Bakanlığı 1937/38 yıllarında, askeri imha operasyonlarından sağ kurtulan Dersim nüfusunun zorla iskânını organize etti. 1915’te, özellikle Adana vilayetinde olduğu gibi, sürgünler trenle, yük ve hayvan vagonlarında gerçekleştirildi. “Günler süren tren yolculukları boyunca vagonlar kilitli tutuldu, bu nedenle insanlar hijyenik ihtiyaçlarını karşılayamadı. Bu sağlıksız koşullar altında kaç kişinin hastalandığı veya hayatını kaybettiği bilinmemektedir.” (Küpeli, 2024, 207)

Sürgün yerleri batı illerindeydi; burada sürgün edilenler, kendi topluluklarıyla mümkün olduğunca az temas kurabilecekleri şekilde köylere dağıtıldılar. Henüz İslamlaştırılmamış veya Alevileştirilmemiş Ermeni kökenli sürgünlere İslami adlar ve Türkçe soyadları almaları zorunlu kılındı; Kuran kurslarına katılmaları ve sünnet olmaları istendi. Sürgün ancak 1947’de kaldırıldı ve Dersim’e ya da başka yerlere geri dönüşe izin verildi. Sürgün edilen Kürt ve Ermeni çocukların ana dillerini – Kırmancki ya da Zazaki, Ermenice – konuşmalarına, hele ki bu dilleri okulda öğrenmelerine izin verilmedi. Dersimli Ermeniler ya da Ermeni kökenli Aleviler, Türkçeyi benimseyerek Ermenice ana dillerinden vazgeçti; bu da asimilasyon politikasının temel hedeflerinden birinin başarıldığını gösteriyordu.

Zorla Çocuk Nakli

Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesi beş suç fiilini soykırım olarak tanımlamaktadır:

“Madde II

Bu Sözleşme’de soykırım, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu kısmen veya tamamen yok etmek amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden herhangi biri anlamına gelir: (a) Grubun üyelerini öldürmek; (b) Grubun üyelerine ciddi bedensel veya zihinsel zarar vermek; (c) Grubun fiziksel olarak tamamen veya kısmen yok olmasına yol açacak yaşam koşullarını kasıtlı olarak uygulamak; (d) Grup içinde doğumları önlemeye yönelik tedbirler uygulamak; (e) Grubun çocuklarını zorla başka bir gruba nakletmek.”[26]

Doğumun engellenmesi hariç, diğer dört soykırım suçunun tamamı Dersim halkına karşı işlenmiştir. Hukukçu H. Çelik, Dersim’de doğum kontrolünün de uygulandığını, travma geçiren tecavüz kurbanlarının artık üreyemediğini ileri sürmektedir[27].

Dersimli Alevi ailelerden gelen →Nezahat ve →Kazım Gündoğan, 2005 yılından bu yana memleketlerinden kaçırılan ve kaybolan Dersimli kızları arıyor. Toplumsal Cinsiyet, Şiddet, Soykırım serisindeki bir konferansta: Yönetmen Nezahat Gündoğan, Kasım 2019’da Berlin’de Soykırımda Kadınlar [28] başlıklı bir konferans verdi: “2005 yılında Dersim katliamlarının görgü tanıklarıyla görüşmeler yapmaya başladık. Bu görgü tanıklarından ve onların çocuklarından binlerce kadın, çocuk ve yaşlının askeri operasyonlardan kaçmak için ormanlara ve mağaralara sığındığını duyduk. Bize pek çok hikaye anlatıldı: öldürülenler, tecavüzden kaçmak için intihar eden kadınlar ve kız çocukları, kaçarken çocuklarını koruyamayan ve geride bırakmak zorunda kalan aileler, saklandıkları yer ortaya çıkmasın diye çocuklarını boğmak ya da boğulmak zorunda kalan kadınlar hakkında. Çocukların kaybolması ya da aileleri öldürülen çocukların bu koşullar altında devlet bakımına girmesi çok makul görünüyordu. Ancak, kadınların ve çocukların yaşadıklarını inceledikçe, kız çocuklarının Türk ordusu tarafından götürülmesinin acımasız Türkleştirme ve İslamlaştırma politikasının ayrılmaz bir parçası olduğunu daha iyi anladık. Yirminci yüzyılın başında dünyanın çeşitli bölgelerinde çocuklara uygulanan siyasi, ideolojik ve etnik asimilasyon politikalarının örneklerine baktık ve Avustralya, Güney Amerika ve Almanya’daki çocukların Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeni ve Rum çocuklara uygulananlara benzer uygulamalara maruz kaldıklarını gördük.

‘Dersim’in Kayıp Kızları’ projesi için yaptığımız araştırma kapsamında, 2007-2010 yılları arasında Türkiye’nin yaklaşık 30 ilinde tanıklar veya yakınlarıyla görüşmeler gerçekleştirdik ve 72 mağdurun hikayesini kaydettik. Bunlardan 42 kadın ailelerine kavuştu, 30 kadın ise halen aileleri tarafından aranıyor ya da kendileri ailelerini arıyor. Ailelerini yeniden bulan 42 kadından 10’u ile şahsen görüştük, 14’ü görüşme talebimizi doğrudan ya da dolaylı olarak reddetti, 18 kadın ise artık hayatta değil. 72 kadından 20’sinin ebeveynleri askeri operasyonlar sırasında öldürüldü, geri kalan 52 kadının ebeveynleri ise o sırada hala hayattaydı. Kesin rakamlar veremesek de yüzlerce kız çocuğunun ailelerinden koparıldığını varsayabiliriz.

Bu kız çocuklarının yaşları 3 ile 14 arasında değişiyordu, çoğu 5 ile 10 yaşlarındaydı. Hepsinin ortak özelliği, kendilerini, çevrelerini, kültürlerini ve dillerini henüz keşfettikleri bir gelişim evresinde olmaları ve toplumlarının kolektif hafızasını henüz içselleştirmemiş olmalarıdır. Kısacası, kimlikleri yeni oluşuyordu ve hala kırılgandı. Dolayısıyla, ailelerinden ve evlerinden alınıp fazla zorlanmadan asimile edilebilecekleri bir yaştaydılar.

Dikkatimizi çeken bir başka nokta da kızların teslim edildiği ailelerin sosyal konumuydu. Bunlar Türk toplumunun orta ve üst sınıflarına mensup ailelerdi. Bu kesinlikle tesadüf değildi, çünkü hem orta ve üst sınıfların rejimin siyasi kadrolarıyla olan iyi ilişkileri hem de modernleşme projesine verdikleri destek, bu ailelerin devlet yetkilileri nezdinde güvenilir ve inanılır görünmelerini sağlıyordu.

Araştırmamız sırasında, katliamlar sırasında sadece yetişkinlerin değil, çocukların da, yani kız ve erkek çocukların da öldürüldüğünü tespit ettik. Ancak, hayatta kalan erkek ve kız çocuklarına farklı muameleler yapıldı. Kız çocuklarının bir kısmı Erzincan ve Elazığ’daki toplama kamplarına gönderilmiş, burada subaylar tarafından ‘sağlıklı ve güzel’ olanlar seçilmiştir. ‘Hasta ve çirkin’ olduğu düşünülen kızlar ise trenlere bindirilerek güzergâh boyunca her istasyonda ileri gelenlere ve devlet görevlilerine dağıtılıyordu. Böylece kadın bedeni bir seçimin konusu oluyor, doğurganlık ve dişilik belirtileri ‘seçimde’ belirleyici bir rol oynuyordu. Yetim erkek çocuklar ise yetimhanelere gönderiliyordu. Kayıp kızları bulma ve yaşam öykülerini belgeleme çabalarımız devam ediyor.”

Mağdur Sayıları

Resmi rakamlara göre, 65.000 ila 100.000 arasındaki toplam nüfusun 13.806’sı öldü. Ancak Kürt ve bağımsız tahminler ölü sayısını 50.000 ila 70.000 arasında göstermektedir [29]. 1938’in sonunda İçişleri Bakanlığı Dersim’den 11.683 kişinin sürüldüğünü ve 2.000 kişinin daha sürülmesinin planlandığını açıkladı. (Küpeli, 2024, 208) N. Gündoğan verdiği konferansta (Berlin, Kasım 2019) araştırmasının sonuçlarını şu şekilde ifade etmiştir: “Dersim’de öldürülen ve sürgün edilen insanların sayısı tam olarak bilinmemektedir. Ancak 2011 yılında dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, resmi belgelere göre 1937-1938 yıllarında Türkiye’nin batısında 13.806 kişinin öldürüldüğünü ve 11.683 kişinin zorla iskân edildiğini belirtmiştir. Araştırmalarımıza göre, öldürülen insan sayısı resmi olarak belirtilenden iki ila üç kat daha fazladır ve sürgün edilenlerin sayısı 20.000 civarındadır.” [30]

Bir bütün olarak Dersim bölgesine ilişkin nüfus istatistiklerinin güvenilir olmaması ve özellikle de 1937 ve 1938’deki imha operasyonları sırasında ölenlerin sayısının tutarsız olması nedeniyle istatistiksel olarak kesin bir hesaplama yapmak pek mümkün değildir.

İmha Tedbirlerinin Tarihsel Sürekliliği

Birinci Dünya Savaşı sırasında ve 1937/38’de işlenen devlet suçları birbiriyle ilişkilidir, çünkü muhtemelen C.U.P. tarafından işlenen suçların yasal takibi ancak kısmen başarılı olmuştur. Bu durum, tehcir ve katliamların gerçek ya da sözde iç politika sorunlarını çözmek için uygun araçlar olduğu görüşünü pekiştirmiş olmalıdır. Dersim soykırımında Kürtçe konuşan Alevilere ve Ermeni kökenli insanlara karşı tekrarlanan yöntemler ayrıntılı olarak açıklanmıştır:

– Eliticide (soykırımın başlangıcında entelektüel ve ruhani liderliğin tutuklanması ve öldürülmesi)

– Katliam

– Sınır dışı edilme

– Zorla Çalıştırma

– Sürgün

– Zorla Çocuk Nakli

– Zorla İslamlaştırma

– Mimari, özellikle de kutsal kültürel mirasın ihmal edilmesi ve hedefli olarak tahrip edilmesi.

Ancak önemli farklılıklar da vardı. Dersim’de ilk kez uçaklardan direniş savaşçılarının -resmi adıyla ‘eşkıyaların’- ve sivillerin saklandıkları yerlere bombalar atıldı.

Mustafa Kemal’in manevi kızı →Sabiha Gökςen, Türk Hava Kuvvetleri’ndeki ilk kadın savaş pilotu ve Dünya Savaşı Soykırımı yıllarından bir yetim, bombalamalar sırasında kendini gösterdi. “Önde gelen bir bombardıman pilotu olarak Sabiha Gökçen, 1938’de Dersim’de devlet destekli suçlarda halkın ayrım gözetmeksizin yok edilmesinde yer aldı. Sözde hizmetleri nedeniyle daha sonra ulusal bir kahraman olarak kutlanmış, gerçek faaliyetleri ve askeri operasyonun nedenleri ve hedefleri gizli tutulmuştur.”[31]

Ermeni kökenli bir kadının, pek çok yurttaşının hayatını borçlu olduğu bir bölgeyi kurşuna dizmiş olmasında acı bir alaycılık vardır. Esas olarak düzensiz silahlı güçler (Teşkilat-ı Mahsusa – “Özel Örgüt”) ve Müslüman sivil nüfusun geniş kesimleri tarafından işlenen Ermeni soykırımının aksine, 1938’de Dersim’deki failler çemberi ulusal silahlı kuvvetlerle sınırlıydı. Bu bakımdan, Dersim soykırımı açık ve münhasır bir devlet suçudur ve aynı zamanda dini bir boyutu da vardır: Şii veya Alevilik ile Sünni İslam arasında yüzyıllardır süregelen çatışma.

Suçun İşlendiği Yerler

1. Ağveran
2. Akreg
3. Ali Boğaz
4. Arê Ali Begu
5. Arê Çê Ziyay
6. Aveşi
7. Awge
8. Axpar – Akpınar
9. Baleşer
10. Bırdo Çelemuriye
11. Bırrê Bızeke
12. Bozan
13. Cırnunê Beski
14. Çala Heru
15. Çala Nizamu
16. Çala Qıçkeku (Kırmela Qırğu)
17. Çala Sure
18. Çatê Khalmemi
19. Çayıra (Qerece)
20. Çayırê Khali
21. Çetê Çırrıke (Kilise)
22. Çêwresçıme (Mığara Qopi)
23. Degirmen Bendi
24. Derê Are Ali Begu
25. Derê Arê Çê Derguli
26. Derê Çayıra (Sırtıka)
27. Derê Çırri (Yêrısk)
28. Derê Fınd ıqu (Oba Ağaê Qıci)
29. Derê Ğezani (Serkemer)
30. Derê Harami
31. Derê İne
32. Derê Khalmemi
33. Derê Khunduji
34. Derê Laçi
35. Derê Meyita (Kilise)
36. Derê Meyitu (Yinê Dızdu)
37. Derê Pulemuriye
38. Derê Qeremuxe
39. Derê Qıci (Ağzonige)
40. Derê Qıli
41. Derê Remedani
42. Derê Roji
43. Derê Sandalu
44. Derê Tağari (Ali Boğaz)
45. Derê Thırsıke
46. Derê Varani (Tosniye)
47. Derê Xori (Thojinge)
48. Derê Xozati
49. Derê Zağgey
50. Derê Zuğuri
51. Desiman
52. Deste
53. Eğniğe
54. Elamqaşi (Dere Nahiyesi)
55. Ergane
56. Gedigê Zêyne (Zini Gediği)
57. Gema Besk
58. Gola Çetu
59. Gola Lerji
60. Golanê Sole
61. Gomê Doy
62. Gomêgari
63. Gozereke (Pilav Dağı)
64. Harşiye
65. Hegao Pil
66. Hırnik (Dere Nah.)
67. Hopıke (Kemerê Çile)
68. Hopıke (Koo Sıpe)
69. Jiara Paçkıne
70. Karvan
71. Katır Çukuru
72. Kemerê Arey (Halvoriye)
73. Kemerê Çilê
74. Kemero Phan (Kilise)
75. Kevırkan
76. Kewlê Kımsori
77. Khaniya Derıke
78. Kırniga Khali
79. Koo Sur
80. Korta Heru
81. Kosoğlu Deresi
82. Koo Sıpe – Beyaz Dağ /Ko
83. Koo Sıpe-Çayıra Phıti
84. Koo Sıpe-Çala pey
85. Lazvan
86. Marçık
87. Masumo Pak (Dewa Pile)
88. Mazgirt Merkez
89. Merga Çeqere
90. Merga Kemi
91. Mergê Kesisu
92. Merxo
93. Mezra Çê Ağay
94. Mezra Sure
95. Muxewndi
96. Pıskeğ
97. Pulê Fate
98. Qelxeru
99. Qereğlan
100. Qereqol (Yêrısk)
101. Qurçu
102. Raa Thonjige (Pardiye)
103. Roşnage
104. Saldağ
105. Samoşiye (Qerğac)
106. Serkêsur (Bargini)
107. Sinan
108. Sorpiyan
109. Soxariye
110. Şine
111. Şorda
112. Taçkirege
113. Tanerê Lolu
114. Tanero Corên
115. Tasniye
116. Tevnasi
117. Textxel
118. Varseliye
119. Vıroz
120. Viyaleke (Tornoba)
121. Vonkê Qerebaşi
122. Warê Xurxuriki (Mırcan)
123. Welağanê İne
124. Xotara Çê Abaşi
125. Xuxtaru
126. Zankirege
127. Zêrza Axpano
128. Zini Gediği

*Source: https://dersim-fdg.org/tertele

Sonnotlar

[1] ԽՈԶԱԹ (Khozat’). – Արեւմտահայաստանի եւ Արեւմտահայութեան Հարցերու Ուսումնասիրութեան Կեդրոն. 2011/03/11. https://www.arevmdahaiastan.net/am/?p=9092

[2] Kévorkian, a.g.e., 421; Gerçek’e göre 15.000, Burçin: “Celal Bey ve diğerleri, Raymond Kévorkian ile röportaj”, Radikal Gazetesi, 26.02. 2006; alıntı: a.g.e., “1915’te Ermenilere el uzatan Türkler hakkında rapor”, s. 60, dipnot 232: ; Marchand, Laure; Perrier, Guillaume’a göre 20.000. Türkiye ve Ermeni Hayaleti: Soykırımın İzinde. Montreal & Kingston; Londra; Ithaca: McGill-Queen’s Üniversitesi, 2015, s. 64.

[3] Virabian, Ashkhen. “Ermeni Kimliği Zazalar (İkinci Bölüm)”. Westerarmeniatv, 20 Mart 2023, https://westernarmeniatv.com/en/society_en/armenian-identity-zazas-part-two/

[4] Gerçek, a.g.e., s. 60

[5] Yerevanyan, G.A.: Ermeni Çarsancak Tarihi. Peirut [Beyrut], 1956, s. 65.

[6] Virabian, op. cit.

[7] http://www.armenocide.net/armenocide/armgende.nsf/$$AllDocs/1918-10-18-DE-001

[8] Fransızca baskı: Antranik: Dersim : carnets de voyage chez les Kizilbaches et les Mirakian 1888 & 1895. Paris: Société bibliophilique Ani, 2017; Türkçe baskıları 2018 ve 2022 yıllarında Dersim Seyhatnamesi adıyla yayımlanmıştır.

[9] Bu, Ermeni bir kız veya kadın ‘evlat edinildiğinde’ veya evlendiğinde, Müslüman üvey ebeveynlerinin veya kocasının çocuğun veya eşinin mirasının veya mallarının yasal sahipleri haline geldiği gerçeğine atıfta bulunmaktadır. Söz konusu kişinin evlat edinmeye veya evlenmeye rıza gösterip göstermediği önemli değildi. – Gündoğan, Kazım: Alevileş(tiril)miş Ermeniler: Dersimli Ermeniler-2; “Biz İsa’ya Tabiyiz, Ali’ye Mecburuz”. İstanbul: Arıntı, 2022, s. 52 vd.

[10] Gündoğan, a.g.e., s. 364f.

[11] Gündoğan, a.g.e., s. 272

[12] Üngör, U. U. (2009). Jön Türk toplum mühendisliği: Türkiye’nin doğusunda kitlesel şiddet ve ulus devlet, 1913-1950. [Tez, tamamen dahili, Universiteit van Amsterdam], s. 223.

[13] Kaiser, Hilmar: “Osmanlı Hükümeti ve Osmanlı Toplumsal Formasyonunun Sonu, 1915-1917.” 2001. – http://www.hist.net/kieser/aghet/Essays/EssayKaiser.html

[14] Künzler, Jacob: Im Lande des Blutes und der Tränen. Potsdam: Tempel-Verlag, 1921, s. 79

[15] 21 Nisan 1925 tarihinde Ankara’da Türk Ocakları’na hitaben yapılan konuşma. Alıntı: Aslan, Güney: Üniformalı Kasaplar. (İstanbul: Pencere Yayınları, 1990), s. 14, burada Bruinessen, 1994, s. 150’den alıntılanmıştır;

[16] Adalet Bakanı Mahmut Esat, 19 Eylül 1930 tarihli Milliyet gazetesine göre; aktaran Bruinessen, 1994, s. 170

[17] Marchand & Perrier, a.g.e., s. 64

[18] Trabzon Konsolosunun Raporu, 27 Eylül 1938 (Public Record Office, Londra, FO 371 dosyaları, belge E5961/69/44). – Aktaran Bruinessen, 1994, s. 141

[19] Alıntı: Çelik, Hüseyin: Dersim Soykırımı 1937/38: hukuki bir sınıflandırma. İçinde: Gudehus, Christian; Husenbeth, Alexander (Ed.s): Dersim – Kimlik ve İmha. Gießen: Psychosozial-Verlag, 2024, s. 216

[20] Üngör, Uğur Ümit: The making of modern Turkey: nation and state in Eastern Anatolia, 1913-1950, Oxford University Press, 2011, s. 148

[21] Alıntı: Eggers, Wilfried: Paragraf 301. Dortmund: Grafit, 2008, s. 8

[22] Aslan, Fikret; Bozay, Kemal ve diğerleri, Graue Wölfe heulen wieder: Türkische Faschisten und ihre Vernetzung in der BRD. 2. güncellenmiş baskı. (Münster:) Unrast, (2000), s. 38

[23] Çağlayangil, İhsan Sabri: Anılarım. İstanbul 1990, s. 47f. Günlük Radikal gazetesinden alıntı (boşluklarla birlikte), 21 Mayıs 2007

[24] “Holokost” (Yunanca “tüm vücudun yakılması”) terimi 1895 yılında ABD’li gazeteciler tarafından Osmanlı Hıristiyanlarının, özellikle de Ermenilerin sık sık diri diri yakılması uygulamasını tanımlamak için kullanılmıştır.

[25] Dersimî, Mehmet Nurî: Kürdistan Tarihinde Dersim. Halep 1952, s. 286 vd; yeniden basım Köln 1988; ayrıca bkz. aynı yazar, Hatıratım. Stockholm 1986; alıntı: Bruinessen, Martin van: Türkiye’de Dersim İsyanının Bastırılması (1937-38) [alıntılar: Martin van Bruinessen, “Genocide in Kurdistan? Türkiye’de Dersim İsyanının Bastırılması (1937-38) ve Iraklı Kürtlere Karşı Kimyasal Savaş (1988)”, içinde: Andreopoulos, George J. (ed): Soykırımın kavramsal ve tarihsel boyutları. Pennsylvania Üniversitesi Yayınları, 1994, s. 4

[26] Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi. Genel Kurul’un 9 Aralık 1948 tarihli ve 260 A (III) sayılı kararıyla onaylanmış ve imzaya, onaya veya katılıma sunulmuştur

Yürürlüğe giriş: 12 Ocak 1951, XIII. madde uyarınca. https://www.un.org/en/genocideprevention/documents/atrocity-crimes/Doc.1_Convention%20on%20the%20Prevention%20and%20Punishment%20of%20the%20Crime%20of%20Genocide.pdf

[27] Çelik, a.g.e., s. 233

[28] Arbeitsgruppe Anerkennung – Gegen Genozid, für Völkerverständigung e.V. adlı insan hakları STK’sı tarafından düzenlenmiş ve Landeszentrale für Politische Bildung Berlin tarafından finanse edilmiştir: https://www.aga-online.org/wp-content/uploads/Nezahat-Guendogan_Die-verschwundenen-Maedchen-von-Dersim_Vortrag_rev_red_at-NG_Final.pdf; ayrıca bkz: Gündoğan, Nezahat; Gündoğan, Kazım: Dersim’in Kayıp Kızları “Tertele Çeneku” (Kızlar Kırımı). İstanbul: İletişim, 2012

[29] van Bruinessen, Martin: “Kürtlerin Soykırımı”, in: Charny, Israel W. (ed.). Soykırımın Genişleyen Çemberi. New Brunswick, New York: Routledge, 1994, s. 165-191. Tehdit Altındaki Halklar Derneği toplam kurban sayısını “70.000’in üzerinde” olarak vermektedir; bakınız: Ateş, Bülent; Dr. Sido, Kamal: Dersim: Türkiye Kürdistanı’nda ezilen bir bölgenin tarihi. 13.04.2007. https://www.gfbv.de/de/news/dersim-die-geschichte-einer-unterdrueckten-region-in-tuerkisch-kurdistan-673/.. Hans-Lukas Kieser ise 40.000 rakamını olası görmemektedir (bkz. Kieser, Hans-Lukas: Dersim Katliamı, 1937-1938. 27 Temmuz 2011, https://www.sciencespo.fr/mass-violence-war-massacre-resistance/en/document/dersim-massacre-1937-1938.html)

[30] Gündoğan, N. (2019): https://www.aga-online.org/wp-content/uploads/Nezahat-Guendogan_Die-verschwundenen-Maedchen-von-Dersim_Vortrag_rev_red_at-NG_Final.pdf

[31] Törne, Annika: Dersim – Geographie der Erinnerungen: Eine Untersuchung von Narrativen über Verfolgung und Gewalt. Berlin, Boston: Walter de Gruyter, 2019, s. 46

Referanslar ve Ek Okumalar

Bruinessen, Martin van. “The Suppression of the Dersim Rebellion in Turkey (1937–38).” In: George J. Andreopoulos (ed.), Conceptual and Historical Dimensions of Genocide, pp. 141–170. Philadelphia: University of Pennsylvania Press, 1994.

Kévorkian, Raymond. The Armenian Genocide: A Complete History. London / New York: I.B. Tauris, 2011.

Küpeli, Ismail. “Die Vernichtungsoperationen in Dersim 1937/38.” In: Christian Gudehus, Alexander Husenbeth (Hg.), Dersim – Identität und Vernichtung, S. 185–211. Gießen: Psychosozial-Verlag, 2024.

Riggs, Henry H. Days of Tragedy in Armenia: Personal Experiences in Harpoot, 1915–1917. Ann Arbor, Michigan: Gomidas Institute, 1996.

Dersim: Genocides (1914-18 & 1937-38)

Date Published: July 2, 2025
Summary

* This entry was originally written in Turkish.

This entry examines the 1937–38 Dersim massacres as a case of genocide, placing the events within a broader continuum of state-led exterminatory violence in late Ottoman and early Republican Turkey. Drawing on official state documents, foreign consular reports, and survivor testimonies, it details the systematic nature of the military campaign, including aerial bombardments, mass executions, forced displacements, and the destruction of villages. A central focus is the gendered aspect of the violence, highlighting the abduction, assimilation, and sexual abuse of women and girls as part of the genocidal process. The entry also offers a chronological overview of the two genocides commited in Dersim in 1915 (against the Armenian population) and in 1938 (against the Alevite population (including Alevitised Armenians). It also informs about forced Islamization and the oppression of identities. Forced child transfer appears as a specific phenomenon in the 1938 Dersim Genocide (Tertele). The entry’s strength lies in its documentation of state policies and their long-term effects, offering a vital contribution for readers seeking to understand the historical roots of anti-Alevi violence and the enduring trauma experienced by the Dersim community.

Dersim 1915

The Late Ottoman Era

Dersim was not spared the massacres under Sultan →Abdülhamit II (1895, 1896), nor the nation-wide genocide against Ottoman Armenians, carried out by the Young Turks’ Committee for Union and Progress (Ittihat ve Terakki Cemiyeti, C.U.P.). However, it is difficult to make a consistent statement about the course of the genocide carried out by the C.U.P. regime in Dersim, as it appears to have been conducted under diverse power circumstances and, above all, in dependence on the local tribal leaders. As the French-Armenian scholar R. Kévorkian suggested, there is also an obvious discrepancy in terms of numbers and facts between the de facto deportation in Dersim and the reports submitted to Constantinople. The following is a list of the special features of the four kazas mainly inhabited by Armenians:

Kaza Çarsancak

The kaza Çarsancak had the largest Armenian population of Dersim. According to the Armenian Patriarchate of Constantinople, 7,940 Armenians lived in 43 villages in the kaza on the eve of the First World War, where they maintained 51 churches, 15 monasteries and 23 schools for 1,114 children. (Kévorkian, 2011, 276)

“In 1914, 1,763 Armenians lived in Peri [Berri], the administrative center of the Çarsancak Kaza, and about 6,200 in 42 villages in the Kaza. The Kaymakam [district chief], Ali Rıza, was in office from March 2 to July 15, 1915. He was therefore present when the first massacres took place in Pertag/Pertak [Բերդակ – Berdak], near the ferry dock that connected Harput [Elazığ] with Dersim across the Euphrates. In this kaza, the official number of deportees, 6,537, seems as unlikely as the census figures cited above when one considers the number of conscripts in the amele taburis [forced labor battalions] and the number of people who were able to retreat to the mountainous areas of Dersim.” (Kévorkian, 2011, 422)

Kaza Çemişgezek

According to the statistics of the Armenian Patriarchate of Constantinople, 4,494 Armenians lived in 22 villages of the kaza on the eve of the First World War, maintaining 19 churches, two monasteries and 17 schools for 729 children. (Kévorkian, 2011, 276) At the beginning of the 20th century, there were two Armenian schools in the district capital Çemişgezek, Mamikonian and Partian, which taught around 200 students.

On 1 May 1915, raids began in Çemişgezek for weapons in the Armenian schools, the shops of the bazaar and the homes of officials; a day later, about a hundred people were arrested. The torture they were subjected to was said to be more cruel than anywhere else – some men were nailed to the wall – and lasted until 20 June, when the Kaymakam announced that the prisoners would be transferred to Mezere, the twin capital of the province, to be tried there.

On 1 July 1915, the town crier of Çemişgezek read out the deportation order. The following day, one thousand Armenians were forced to leave; beforehand, some children and young women had been abducted by Turkish families. The convoy took four days to reach Arapgir, and three days later it continued on to Elazığ. Although this route normally takes only a day and a half, it took three weeks this time because the deportees were forced to take huge, arbitrary detours. From Mezere, the convoy continued to Diyarbekir via Hanlı Han, where the male deportees aged 10 to 15 and 40 to 70 were taken out of the convoy and housed in a caravanserai. When the rest of the convoy reached Ergani [Argana] Maden, they saw hundreds of corpses rotting on the banks of the Euphrates. Six weeks later they reached Siverek, where the deportees from Çemişgezek were robbed and some of them massacred. In Urfa, the convoy was divided into two parts to continue to Suruc and Rakka respectively. After passing through the transit camps of Mumbuc and Bab, only 150 women from Çemişgezek reached the transit camp in Aleppo.

In the kaza of Çemişgezek, the village of Garmrig [Karmrik] was particularly affected by the search for weapons that took place there on19  June 1915. On 4 July 1915, 200 men from Garmrig and the surrounding villages were arrested and executed in the following days by gendarmes and units of the special organization; at the same time, all boys under the age of ten were separated from their families. On 5 July, the women of Garmrig were summoned to the church to register their property before being deported to Urfa. On 10 July 1915, the first convoy of women left the villages of Çemişgezek kaza and reached the banks of the Euphrates that same evening, where their guards showed them the blood-stained clothes of their murdered husbands. The convoys from Çemişgezek united in Arapgir. “Some villagers from the kaza, especially from the northern villages, managed to escape to the Kurdish areas, where they survived as best they could until spring 1916. They moved on to Erzincan when the Russian army took control of the region.” (Kévorkian, 2011, 423)

Kaza Hozat

In the 1880s, Hozat had 150 houses, 30 of which were inhabited by Armenians and the rest by Kurds and Turks. In 1915, there were already 864 houses with 8,640 Armenian inhabitants and 324 houses with 1,944 Kurdish inhabitants.[1] The data of the Armenian Patriarchate of Constantinople differs greatly from this, almost by a factor of 25: according to this, only 2,299 Armenians lived in 16 villages of Kaza Hozat on the eve of the First World War, 350 of them in the administrative center Hozat with a total population of “almost 1,000” (Kévorkian, 2011, 423). They maintained 18 churches (two of them, Surb Prkich / Holy Redeemer and Surb Gevorg / Saint George in the city of Hozat), eleven monasteries and five schools for 150 children. (Kévorkian, 2011, 276) In the administrative center of the kaza Hozat, the town of Hozat, there was a college with 70-80 students.

Some of the Armenian population were native, the rest came from Kharberd (Harput; Elazığ), Arapgir, Akn (Eğin) and Çemişgezeg. Of the 1,835 Armenians of the kaza Medzkert (Mazgirt), the majority of 1,200 lived in Hozat. The Armenians of Hozat were involved in trade, crafts, agriculture and horticulture. According to an official report, 1,088 Armenians were deported from the Hozat kaza (Kévorkian, 2011, 422). However, R. Kévorkian doubts the official figures for the deportations from this kaza: “In view of the district’s geographical location, this seems unlikely. It is more likely that about half of the town’s Armenians fell victim to the persecutions, while the other half was able to flee to the mountains of Dersim.” (Kévorkian, 2011, 422)

Kaza Mazgirt / Mazgird / Mazkert / Մեձկերտ – Medzkert

According to the statistics of the Armenian Patriarchate of Constantinople, 1,835 Armenians lived in nine villages of the Kaza Mazgirt before the First World War and maintained 14 churches, 22 monasteries and two schools for 155 children (Kévorkian, 2011, 276); however, the majority of the Armenians of Mazgirt – 1,200 – lived in the kaza of Hozat, the rest in eight Armenian-Alevi villages: Lazvan, Dilan-Oğçe, Tamusdağ, Danaburan, Şorda, Khosengyur/Khushdun, Pakh (Pax; Trk. Pah) and Çukur. In the vicinity of these villages were the ruins of 15 medieval monasteries.

According to the official statistics, the entire Armenian population was deported, a total of 1,423 people. R. Kévorkian suspects a strong discrepancy here between reality and the deportation ‘successes’ feigned by the local officials: “Above all, the number seems to prove the zeal of those responsible for the deportation in this area; they were undoubtedly more concerned with proving to Istanbul how well they were doing their job than with taking an accurate census.” (Kévorkian, 2011, 422)

Dersim, a safe haven for Armenians?

This question is generally answered in the affirmative. However, contemporary observers and eyewitnesses provide more nuanced accounts. Until the 1870s, Dersim was a semi-autonomous province of the Ottoman Empire, consisting of a flat area and a forested, almost 2,000-metre-high mountain range. While the plains were increasingly brought under the control of the Ottoman state in the course of the 19th century, the Dersimlis were able to defend their independence into the 20th century in their almost inaccessible mountain stronghold.

From non-Armenian historical sources, we know that from the 17th century Armenians from Bingöl, Sebastia (Sivas), Yerznka (Erzincan), and Kharberd (Harput) fled Turkish pressure and sought refuge in Dersim, where some converted to Alevism. “Even well before the Armenian massacres, many local Armenians voluntarily assimilated, becoming Alevi Kurds (L. Molyneux-Seel, “A Journey in Dersim,” The Geographical Journal 44, no. 1 [1914]: 49-68). This has left traces both in the local Zaza dialects and in popular belief.” (Bruinessen, Excerpts, 1996, footnote 5, p. 2)

Statements about the relations between the Dersim Alevis and the Armenians, especially with regard to the behavior of the Alevis during the genocide of 1915, are contradictory. In general, their relations are considered friendly, since the majority of the Dersimis neither joined the Hamidiye cavalry murder squads or their successors, the Azadi (“Freedom”, founded 1921) militias, nor did they take part in the Kemalist war of independence against the last indigenous Christians. During World War I, between 10,000[2] and 40,000[3] Armenian deportees from Erzincan and other places probably owed their lives to the intervention of Alevi Dersimlis, even though their help, especially at the beginning of the deportation, was mostly self-serving: any Dersimis allowed themselves to be generously paid for their escape assistance, especially since the presence of so many refugees in Dersim triggered a famine.[4]

Henry R. Riggs, an American missionary working in Harput (Elazığ), wrote about the flourishing escape business in Dersim in his memoirs, which were written close to the events: “After the first secret and tentative attempts had been made, both the Kurds and the Armenians took courage and the business grew rapidly. With the intermittent vigilance of the gendarmes, traffic increased and expenses decreased. Those who had paid such high sums at first later regretted not waiting for the price to drop to five dollars per person over time – and later some were taken for free when the Kurds were convinced that they were indeed destitute. After the occupation of Erzingian by the Russians, the Armenians of Erzingian made a kind of agreement with the Kurds, according to which all refugees from that city would be transported free of charge, with the result that practically all of them left Harpoot and returned to their hometown. (….) Throughout the period I am writing about, from the summer of 1915 to the spring of 1917, the Dersim Kurds were actively and faithfully helping to transport the Armenians to Russia.” (Riggs, 1996, 113, 116)

The predominantly positive role played by the tribes in Dersim before and during the First World War sometimes obscures the fact that in Dersim, too, Armenians suffered at the hands of the arbitrary semi-autonomous regional tribal leaders, without the Ottoman state intervening to protect its Christian subjects. In the Kaza Çarsancak (today’s Akpazar, formerly Peri between Harput and Tunceli), for example, local ‘Kurdish groups’ frequently confiscated Armenian property. Some of the Alevi tribes, who were considered ‘Kurds’ of Dersim, did not take part in the massacres of Armenians.[5] But the statements are contradictory: “However, it is not superfluous to add that many cases were recorded at the time when a number of Kurdish and Zaza tribes from Dersim were collaborating with the Ottoman authorities and participating in the massacre of Armenians and the looting of their property. Testimony of treachery by the Zaza tribes of Dersim has also been preserved.”[6]

In the summer of 1918, a contemporary observer, who had served in the Ottoman Empire, the German Protestant pastor and military chaplain Siegfried Graf von Lüttichau, also emphasized the ambivalent character of Dersim as a place of refuge and rescue: “It is interesting that in the area of the Dersim Kurds not only the Armenians were spared, who were already living there in a kind of serfdom, but that it was precisely this Kurdish tribe that led large groups of Armenians safely through its territory and over the Russian border, certainly not out of love for the Christians, but out of hatred for the Turks. Unfortunately, this willingness to help has now come to an end, as the Dersimlis no longer have the Russians covering their rear and, due to the diplomatic and extremely clever actions of the last commander on the Caucasus front, Izzet Pasha, they are once again obedient to the Turkish government. Their own sense of insecurity and fear of the notorious punitive expeditions that had been carried out against them in the past led them to hand over all Armenians who were still hiding from them, on the orders of the Ottoman government. This, of course, immediately led to executions. About 500 women and children from the Dersim region are in Mezré [Mezere]. The people of Dersim are not the only ones who have remained loyal to the persecuted. In the wild mountains between Malatia and Urfa, for example, a Kurdish brigand named Bozo ruled for a long time. Whenever he had the opportunity, he stripped Turkish officers and soldiers of their clothes and in this way supported Armenian families.”[7]

Tribal Society

The price for saving many Armenians from physical extermination was their subjugation to the tribal system in Dersim. In mountain areas such as Dersim that eluded the control of the central state authority, regional specifics play a significant role. In Dersim, these included, above all, tribal structures. Probably under the influence of the Kurdish tribal system, Armenian society in Dersim also saw the formation of clans and tribes, which was otherwise unusual for Armenians. In his travelogue ‘Dersim’, published in Tiflis in 1900[8], the Armenian author Andranik Yeritsian reported on the Armenian tribe of the Mirakian, who lived in harmony with the Alevis of central or mountainous Dersim. A. Yeritsian gives the number of Mirakian tribesmen as 8,000. They spoke a special dialect and are considered descendants of the Mamikonian noble family, famous in Armenian history. Together with the Alevi Kızılbash (‘Redheads’), they were traditionally considered the guardians of the Halvor sanctuary. The Mirakian tribe had three thousand men under arms when they took part in the Dersimis’ battles against the Ottoman army. (Kévorkian, 2011, 421) When Reşid Pasha advanced with a force of 40,000 in 1834, the Mirakians played a prominent role in defending Dersim. “Earning their living almost exclusively from sheep-raising, as well as rugmaking and kilim-making, these mountaineers were partially liquidated in 1915, although a minority of them survived in Dersim.” (Kévorkian, 2011, S. 421)

But not all the inhabitants of Dersim were tribesmen, neither among the Christian Armenians nor among the Muslim or Alevi Kurds and Zazas. “Many farmers, by no means only Armenians, but also the Kurdish villagers, lived as subordinates (maraba) of their landlords in a personal relationship of dependency that in many aspects came close to serfdom, but at the same time also placed them under the protection of their beys (tribal leaders or urban notables). The beys’ position of power was based on the institution of tax farming. In some cases, they controlled not only individual villages, but entire regions.” (Kévorkian, 2011, 421)

The ambivalent character of the Dersim tribal system is clearly expressed in the interviews conducted by Kazım Gündoğan with Alevized descendants of Armenian genocide survivors. The Dersim Armenians and those who fled to Dersim in 1915 submitted to the local landlords (Aghas, Turkish Ağa) at the expense of their social, economic and cultural bondage or dependence: Alevization or Islamization with simultaneous linguistic assimilation and services or taxes for their protectors, who, among other things, married them at their own discretion.

The protection granted to those threatened with death was, as their descendants very clearly recognized, not out of affection but out of self-interest, because Armenians were prized craftsmen and farmers, not only in Dersim. Aida (Ayten) Güneş, born in 1960, for example, states in her interview about her grandfather: “Of course the agha (landowner or landlord) did not release him, but married him off and had him and his wife work for him as slaves… They took Armenian children under their ‘protection’, protected them, adopted them, but at the same time they used them as serfs; that too is a fact… Indeed, they often adopted the children of wealthy families at that time, because ‘the more children of wealthy families you take in, the more prosperous you will be in the future’.”[9]

Musa Teyhani (born 1954) mentions in his interview that sexual assault of Armenian women was part of this serfdom system: “First they expelled the Armenians and enslaved the rest (i. e. us)… They kept us as marabas, as slaves who took care of their horses, stables and work… Not because they liked us, but because they needed laborers… It is bitter to say this, but when the aghas wanted, they took the family and the wives of the marabas, used them, then returned them or left them… So, the Armenians had nothing…”[10]

Şengül Gündoğdu Devletli explained: “My late father used to say sadly, ‘We have become serfs on our own land.’ Because this land once belonged to the Armenians. They took the land that belonged to them. They bought the fields of the Armenians, that is, the land of their ancestors. There were many land struggles. In these matters, the state was on the side of the Alevis. It was not in a position to support an Armenian…”[11]

Countervailing tendencies only emerged with the pro-communist and revolutionary movements of the 1970s, when young people in Dersim in particular recognized and condemned the tribal system as backward and repressive. The 1980 coup d’état ended this development through the political persecution of the revolutionaries.

Deportations of Kurds in 1916

Similar to the rule of the despotic Sultan Abdülhamit II (ruled 1876-1909), who was overthrown by them, the Young Turks treated the Kurds according to their usefulness for the regime’s anti-Christian policy, their affiliation to the tribal regiments (formerly Hamidiye) and their affiliation to heterodox Muslim sects. As early as July 1915, rumors were spreading in Dersim that the Ottoman government would annihilate the Kurds immediately after their anti-Armenian campaign. Home Minister “Talaat immediately ordered counter-propaganda to be disseminated. When the Dersimites were indeed deported a year later, they sang lamentations, praying to God for survival and accusing the Germans of deporting them. Talaat immediately ordered counter-propaganda to be disseminated. When the Dersimlis were indeed deported a year later, they sang lamentations, praying to God for survival and accusing the Germans of deporting them.”[12]

The historian Hilmar Kaiser summarized the first phase of the deportation of the Kurds as follows: “Some Kurdish tribes and peasants willingly joined the Ottoman troops in slaughtering the Armenians. Others, such as the Kurds in Dersim, resisted and organized the escape of the Armenians to the Russian lines. In response, the Ottoman army ordered the deportation of the Dersim Kurds to the western provinces. However, the deportation of the Dersim Kurds was not an isolated incident. Soon, entire tribal associations such as the →Hayderanli were deported to the central plateau of Asia Minor. The reason for this deportation was not the fear of the advancing Russian army. The reason was the Ottoman government’s goal of assimilating these Kurdish Muslims into the Turkish population. (…) The Kurds had to stop calling themselves Kurds. The authorities also tried to overcome religious differences, such as the fact that many Kurds belonged to a particular form of Shiism. Local authorities had to provide precise information about the available Armenian property and the ability of certain districts to ‘accommodate’ Kurds. Thus, the Ottoman Ministry of the Interior used the administrative units that had been set up to organize the extermination of the Armenians to assimilate the Kurds. Although the Kurds were not generally massacred, a large proportion of those deported died of malnutrition and disease, as they often had to pass through the same places where the Armenians had recently been exterminated.”[13]

In Dersim, however, there seems to have been a state intention to exterminate also the Alevi population as early as spring 1916, when an apparent attempt was made to deport 2,000 Alevis from Dersim, who were referred to as ‘Kurds’ at the time. The US-American missionary Henry H. Riggs reports: „One distressing incident which followed the uprising of the Kurds in the Dersim was the effort on the part of the Turkish government to terrorize those Kurds by treating them as they had treated the Armenians. The Turkish officials in Harpoot said, ‘We are not going to leave any Kurds in this region, we will deport them just as we have deported the Armenians. It seemed incredible that the Turkish government should undertake anything so absolutely foolish, but one day, sure enough, there came the deported Kurds. A pitiable caravan of about two thousand men, women and children were winding into the city. They were the members of one of the tribes which had resisted the Turkish attacks but had been overcome, and they were being sent into exile. As they passed through the city, the scenes that had become so familiar during the deportation of the Armenians were repeated right before our eyes. Several women who had traveled for several days and at last reached Harpoot lay down on the street unable to go any further. The little baby born to one of them, before she died in the street of Harpoot, was brought to us and left in our care and so far as I know is still living in the care of a kindly Armenian exile woman who took the child as her own. Several others died with no one to care for them except the Armenian exiles.” (Riggs, 1996, 183)

“Greatly to our surprise, however, the next morning we saw the same caravan returning by a different road and passing over the hill back to their native country. That was the last we ever saw of the deportation of the Kurds. The explanation which was current at the time was probably correct, that the Kurdish tribes divided by their own private feuds, having heard of this atrocious dealing of the Turkish government, for once in their lives united and exhibited an absolutely united front to the Governor. Envoys from the Kurds were said to have come bringing the message that if those two thousand exiles were not returned immediately, the whole united population of the Dersim would fall upon Harpoot and burn the city.”(Riggs, 1996, 184)

Other areas were less fortunate. From spring 1916, around 300,000 Kurds were deported from the provinces of Erzurum and Bitlis, initially to the Urfa area (northern Mesopotamia) and westwards to Ayntap and Maraş; in a second phase, the Kurdish deportees were driven to the plateau of the Konya highlands. The German-Swiss missionary Jacob Künzler (1871-1949), an eyewitness of the first phase of the deportations, came to the following conclusion in his memoirs Im Land des Blutes und der Tränen (In the Land of Blood and Tears, 1921): “It was the intention of the Young Turks to no longer allow these Kurdish elements to return to their ancestral homeland. They were to gradually be absorbed into Turkishness in Inner Anatolia.

The treatment of these Kurds on their deportation train was very different from that of the Armenians. They were not harmed on the way, no one was allowed to harass them. But the most terrible thing was that the deportation took place in the middle of winter. When a column of Kurds arrived in a Turkish village in the evening, the inhabitants, fearing them, quickly locked their front doors. So, the poor people had to spend the winter night outside in the rain and snow.”[14]

The aim of the Kurdish population’s dispersal was their assimilation in the interest of the general Turkification program. To this end, tribal leaders and spiritual leaders were separated from their followers by order of the Turkish Ministry of the Interior and settled in small numbers in purely Turkish villages. At the same time, the demographic dispersion was aimed at heterodox faiths, i. e. against Alevis and believers of the Raa Haq, as well as against →Yazidis.

1937/38: Tertelê – Doomsday

Motive assessment

There exist different, yet not necessarily contradictory views in research on the motives that drove the government of the Republic of Türkiye to destroy and expel a large part of the Dersim population after more than ten years of preparation.

Enforcement of state control: For centuries, the semi-autonomous Dersim had successfully resisted the central state power in Constantinople and later in Ankara, paying no taxes, performing no military service and also resisting the assimilation policy in the early years of the Republic of Türkiye.

Racism: The founding fathers of the Republic of Türkiye adhered to a volkish ideology that presented the Turkish “race” as the master race. As early as 1925, the head of government Ismet Inönü had defined the hierarchy between Turks and non-Turks: “We are openly nationalistic. Nationalism is the only thing that holds us together. No other [ethnic] element, apart from the Turkish majority, should have any influence. We will Turkify at all costs those who live in our country and destroy those who rise up against the Turks and Turkishness.”[15] In September 1930, Minister of Justice Mahmut Esat threatened the non-Turks of the Republic with enslavement: ”The Turks are the only masters of this country, its only owners. Those who are not of pure Turkish origin have only one right, namely to be servants and slaves. May friend and foe and even the mountains know this truth!“[16]

“Modernization” and “civilization”: Since Kurdish tribalism was considered backward, pre-modern, ‘feudal’ and savage, it supposedly had to be fought and suppressed. Similar developments were taking place at the same time in the Soviet population policy towards the native peoples of Siberia and the Arctic Circle, who were forcibly settled because nomadism and tribalism were considered to be opposed to progress.

Continuation of the Armenian genocide: Some researchers also see the Tertelê as a continuation of the Armenian genocide. French correspondents Laure Marchand and Guillaume Perrier suspect that the 1938 campaign in Dersim was intended to complete what had failed in 1915, namely the complete extermination of Armenians in the region; at the same time, the Alevi population of Central Dersim was to be punished for having taken in and protected Armenians 25 years earlier. In 1938, Turkish soldiers searched some villages for uncircumcised children.[17] Furthermore, it did not escape the attention of Turkish authorities  that many Alevi Dersimlis descended from Armenians, having in most cases female Armenian ancestors. According to survivors’ testimonies, it is likely that Alevized Armenians were disproportionately affected by massacres and deportations.

Tertelê as final part of the extermination of the Kurdish nation: Despite their autonomous identity, the Dersimlis fell victim to the Kemalist policy against the Kurds: The “National Pact” (Misak-i Milli), which had once secured the alliance between the Kemalists and the Kurdish tribes during their struggles against the Allied victors and the remaining Ottoman Christians, disintegrated after the leadership of the Turkish Republican One-Party State had opted for a unitary, secular and ethno-nationalist state. The growing disadvantage and marginalization of the Kurds, as the second largest nation in this state, led to regional uprisings in 1925 and 1928 that were brutally suppressed. Although these uprisings did not threaten the existence of the Turkish state, they served as a pretext for a policy of assimilation and forced relocation.

In the Kurdish historical narrative, the Dersim genocide is regularly cited as part and proof of the persecution and suppression of the entire Kurdish national movement. In a report at the end of September 1938, the British consul in Trabzon compared the genocidal events in Dersim with the wholesale genocide against the Ottoman Armenians of 1915/16 and came to the conclusion:

“Thousands of Kurds, including women and children, were slain; others, mostly children, were thrown into the Euphrates; while thousands of others in less hostile areas, who had first been deprived of their cattle and other belongings, were deported to vilayets (provinces) in Central Anatolia. It is now stated that the Kurdish question no longer exists in Turkey.”[18]

Implementation

Between 1926 and 1934, Turkish politicians and officials discussed how the population of Dersim should be “civilized” or chastised: through “re-education” (assimilation) or extermination. In view of the Dersimites’ spirit of resistance, the Turkish MP Hamdi, an inspector from the Ministry of the Interior, dehumanized the Dersim population in his report of 2 February 1926, writing: “Dersim is a boil for the government of the Republic. It is absolutely necessary for the good of the homeland to take a final measure against this boil. (…) Attempts to make them [the inhabitants of Dersim] settle down or even to civilize them and educate them are nothing but a pipe dream” (Küpeli, 2024, 196). President Mustafa Kemal also couched the intention of extermination in a similarly pseudo-medical rhetoric to that used previously by the Young Turk ideologues of genocide: “To tackle this wound, this terrible festering at its root, we must do everything – no matter what the cost.”[19]

Other officials recommended re-education measures, i. e. assimilation, the permanent banishment of the Kurdish tribal leaders, and military operations. Minister of the Interior Şükrü Kaya, who had already headed the Directorate for the Settlement of Tribes and Immigrants (IAMM) under the Young Turks’ regime and was thus responsible for the deportation of the Armenians, summarized the measures against Dersim as follows in his report of 18 November 1931: “(A) Disarmament, (B) removal of the tribal leaders and their successors from Dersim; (C) resettlement of farmers in the region or elsewhere. This can also be done without military operation.” (Küpeli, 2024, 189)

In reaction to Kurdish uprisings since the 1920s, the National Assembly passed on 14 June 1934 a Resettlement Law for the assimilation or “Turkification”, which came into force on 21 June 1934, banning the Kurdish language in public and issuing the settlement of Turks to the Kurdish region.[20] The Resettlement Law provided for the nationwide Turkification through the demographic dispersion of non-Turkish majority areas, or their complete depopulation, for “health, economic, cultural, military and security reasons”. Article 1 states: “In order to prevent the population concentration of non-Turkish-speaking people and to dissolve the existing one, it is necessary to carry out a ban within the country.”[21] Article 9: “Gypsies and non-Turkish nomadic tribes who have Turkish nationality will be settled in the regions where Turkish culture is very strong, but only in small groups. If the security of the country requires it, they can be expelled from Turkey.”[22]

In the same year, Dersim was officially renamed Tunceli – not even a place name was to remind people of this area. The new administrative unit (7,774 square kilometers) was significantly smaller than the previous district (sancak). It was followed in 1935 by the Tunceli Law (Tunceli Kanunu), which increased the military presence in Dersim and imposed a military dictatorship over Central Dersim. In addition, a state of emergency was declared, which was not lifted until 1948.

In 1936, Dersim was placed under military administration in order to “civilize” it. When telephone lines were cut and a wooden bridge was burned down in March 1937, this served as a trivial pretext for a massive military punitive expedition. A secret decision of the Council of Ministers on 4 May 1937 stated that the aim was to achieve a “final solution”, because the army should “disable on the spot once and for all those who had used or use weapons, should completely destroy their villages and remove their families.” Since practically every man in Dersim carried a weapon, this wording amounted to a general order to kill, even though only five of a total of about one hundred tribes offered any resistance at all to the military punitive expedition.

On 4 May 1937, the Turkish Council of Ministers decided to carry out Operation Punishment and Deportation of Dersim, which was initiated on the same day and conducted in four phases until September 1938. It was of no avail that the tribal leader and →Pir → Sey(it; Seyid) Rıza (*1862 in Derê Arí, district Lirtik/Ovacık; †1937) voluntarily surrendered to the Erzincan gendarmerie on 10 September 1937 to end the military operations. He and six other alleged rebels were sentenced to death on 15 November 1937 and hanged in Elazığ that same night, including Rıza’s underage son Resik Hüseyin. İhsan Sabri Çağlayangi, who as a young official had organized the fast-track trial against Sey Rıza and his co-defendants and who later became Turkey’s foreign minister, recorded the last words of Sey Rıza before he put the noose around his own neck: “We are children of →Karbala [Kerbela]. We have done nothing wrong. It is a disgrace. It is cruel. It is murder.”[23] The statement proves that Sey Rıza saw himself in the tradition of the Alevi martyrs.

At the end of March 1938, the government decided to continue the military operation in Dersim with the aim of “persecuting the remaining opponents from 1937, pursuing deserters, continuing to confiscate weapons and deporting 2,000 to 5,000 suspicious people from Tunceli. (…) The new military operation began in June 1938.” (Küpeli, 2024, 196)

The military operation of annihilation consisted of aerial bombardments that incinerated numerous villages and destroyed residential areas. Military personnel brutally and indiscriminately wiped out entire villages, killing men, women and children. Many of the unarmed women and children died in a regular holocaust[24]: burned alive in caves or barns. To destroy the livelihood of the already poor region, the cattle were slaughtered and the property of many Dersimlis was confiscated.

The veterinarian, activist of the Kurdish national movement and advisor of Sey Rıza, Dr. Mehmet Nurî Dersimî (*1893 in Axzonike; †22 August 1973 in Aleppo), who came from Dersim, had already witnessed the massacres of Armenians in the Kemah Gorge near Erzincan in 1915 and lost numerous relatives in the Dersim genocide of 1937/38. Dersimî reported that the women and children of those tribes whose men fought against the army hid in caves:

“Thousands of these women and children perished because the army walled up the cave entrances. These caves are marked with numbers on the military maps of the region. At the entrances to other caves, the military started fires to suffocate those inside. Anyone who tried to flee from the caves was cut down with bayonets. A large proportion of the women and children of the Kureyşan and Bakhtiyar tribes leapt from the high cliffs into the gorges of the Munzur and Parchik rather than fall into the hands of the Turks. (…) Because the Kirgans trusted the Turks, they were wiped out. Their chiefs were tortured and then shot. All those who tried to flee or sought refuge with the army were rounded up. The men were shot on the spot and the women and children were locked in barns and set on fire.”[25]

The Karabal, Ferhad (Ferhat) and Pilwank (Pilvenk) tribes, who had surrendered, were nevertheless destroyed. The women and children of these tribes were also burned alive in barns. Even members of tribes that had always remained loyal to the government, such as the Pilwank and Asagı Abbas, were shot. In the village of Irgan (Ergen, Erğan), women and girls were rounded up, doused with gasoline and set on fire.

Khech, the main village of the tribe of Sheikh Mehmet, who had likewise surrendered, was attacked at night and all the inhabitants were killed with machine guns and artillery fire. The inhabitants of the small town of Hozat and all members of the Karaca tribe were machine-gunned near a military camp outside Hozat. Towards the end of the summer of 1938, the Hormekan, Kureyşan and Alan of the district of Nazımiye and parts of the Bamasuran of Mazgirt [Armenian: Medzkert – “Great Fortress”] were annihilated and their corpses were burned. Even young recruits from Dersim who were doing their military service in the Turkish army were shot.

Deportation and Banishment

As in the period before the First World War, the Ministry of the Interior organized the forced resettlement of the Dersim population in 1937/38, insofar as they had survived the military’s extermination operations. As was already the case in 1915, particularly in the province of Adana, the deportation was carried out by train, in freight and cattle wagons. “During the train journeys, which lasted several days, the wagons remained locked, so that the people had no access to sanitary facilities. It is not known how many people fell ill or died under these unsanitary conditions during the deportations.” (Küpeli, 2024, 207)

The places of exile were in the western provinces, where the deportees were dispersed across the villages so that they could have as little contact as possible within their communities. Deportees of Armenian descent who had not yet been Islamized or Alevitized were forced to adopt Islamic first names and Turkish family names, attend Koran classes and be circumcised. It was not until 1947 that the exile was lifted and the return to Dersim or other places was allowed. The deported Kurdish and Armenian children were not allowed to speak their mother tongues – Kırmancki or Zazaki, Armenian – let alone learn them, in schools. The Armenians or Armenian-born Alevis from Dersim gave up their Armenian mother tongue in favor of Turkish, which meant that one of the main goals of the assimilation policy had been achieved.

Forcible Child Transfer

The United Nations Genocide Convention defines five criminal acts as genocide:

“Article II

In the present Convention, genocide means any of the following acts committed with intent to destroy, in whole or in part, a national, ethnical, racial or religious group, as such: (a) Killing members of the group; (b) Causing serious bodily or mental harm to members of the group; (c) Deliberately inflicting on the group conditions of life calculated to bring about its physical destruction in whole or in part; (d) Imposing measures intended to prevent births within the group; (e) Forcibly transferring children of the group to another group.” [26]

With the exception of birth prevention, all the other four genocidal crimes were committed against the population of Dersim. The legal expert H. Celik argues that birth control was also practised in Dersim in that traumatized rape victims were no longer able to reproduce.[27]

Since 2005, →Nezahat and →Kazım Gündoğan, who come from Alevi families in Dersim, have been searching for Dersim girls who were abducted and went missing from their homeland. In a lecture in the series Gender, Violence, Genocide: Women in Genocide [28] in Berlin in November 2019, director Nezahat Gündoğan reported: “We started conducting interviews with eyewitnesses to the Dersim massacres in 2005. We heard from these eyewitnesses and their children that thousands of women, children and old people fled to forests and caves to escape the military operations. We were told so many stories: about those who were murdered, about women and girls who committed suicide to escape rape, about families who were unable to protect their children while fleeing and had to leave them behind, about women who had to suffocate or drown their children so that their hiding place would not be discovered. It seemed very plausible that children were lost or children whose families had been killed came into state care under such circumstances. However, the more we looked into the experiences of the women and children, the clearer it became to us that the removal of the girls by the Turkish military was an integral part of the ruthless policy of Turkization and Islamization. We looked at examples of political, ideological and ethnic assimilation policies that were applied to children in various regions of the world at the beginning of the 20th century and found that children in Australia, South America and Germany were subjected to similar measures to those imposed on Armenian and Greek children in the Ottoman Empire.

As part of our research for the project ‘Dersim’s Lost Daughters’, we conducted interviews with witnesses or their relatives in about 30 provinces in Turkey between 2007 and 2010 and recorded the stories of 72 victims. Of these, 42 women have found their families again, while 30 women are still being sought by their families or are searching for their families themselves. We spoke personally with 10 of the 42 women who had found their families again, 14 of them rejected our interview request directly or indirectly, and 18 women were no longer alive. The parents of 20 of the 72 women were killed during the military operations, while the parents of the remaining 52 women were still alive at the time. Although we cannot provide exact figures, we can assume that hundreds of girls were taken away from their families.

The age of these girls was between 3 and 14 years, most of them were between 5 and 10 years old. What they all have in common is that they were in a developmental phase in which they were still discovering themselves, their environment, their culture and their language and had not yet internalized the collective memory of their community. In short, their identity was emerging and still fragile. Thus, they were at an age where they could be taken from their families and their home and assimilated without much difficulty.

Another point that struck us was the social position of the families to whom the girls were handed over. These were families that belonged to the middle or upper classes of Turkish society. This was certainly no coincidence, because both the good relationship of the middle and upper classes with the political cadres of the regime and their support for the modernization project made these families appear trustworthy and reliable to the state authorities.

In the course of our research, we found that not only adults but also children, i. e. boys and girls alike, were killed during the massacres. However, the surviving boys and girls were treated differently. Some of the girls were put in collection camps in Erzincan and Elazığ, where the ‘healthy and beautiful’ were selected by officers. The girls who were considered ‘sick and ugly’ were put on trains and distributed to dignitaries and state officials at every station along the route. The female body was thus the subject of a selection, with signs of fertility and femininity playing a decisive role in the ‘selection’. The orphan boys, however, were sent to orphanages. Our efforts to find the missing girls and document their life stories continue.”

Victim Numbers

According to official figures, 13,806 of a total population of 65,000 to 100,000 died. However, Kurdish and independent estimates put the number of deaths at between 50,000 and 70,000 [29]. At the end of 1938, the Ministry of the Interior announced that 11,683 people had already been deported from Dersim and that the deportation of a further 2,000 people was planned. (Küpeli, 2024, 208) In her lecture (Berlin, November 2019), N. Gündoğan stated the following results of her research: “The exact number of people killed and deported from Dersim is not known. However, in 2011, the then Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan stated that according to official documents, 13,806 people were killed and 11,683 people were forcibly resettled in western Turkey in the years 1937-1938. According to our research, the number of people killed is two to three times higher than officially stated and the number of deportees is around 20,000.” [30]

A statistically exact calculation is hardly possible, due to the unreliable population statistics for the Dersim region as a whole and in particular for the inconsistent count of the number of victims during the extermination operations in 1937 and 1938.

Historical Continuity of the Annihilation Measures

The state crimes committed during the First World War and in 1937/38 are interrelated, presumably because the legal processing of the crimes committed by the C.U.P. was only partially successful. This must have reinforced the view that deportations and massacres were appropriate means of solving real or alleged domestic policy problems. The methods, which were repeated in the Dersim genocide against Kurdish-speaking Alevis and people of Armenian descent, were in detail:

– Eliticide (arrest and killing of the intellectual and spiritual leadership at the beginning of the genocide)

– Massacre

– Deportation

– Forced Labor

– Banishment

– Forcible Child Transfer

– Forced Islamization

– Neglect and targeted destruction of the architectural, especially sacred, cultural heritage.

But there were also significant differences. In Dersim, for the first time, bombs were dropped from aircraft on the hideouts of resistance fighters – officially named ‘bandits’ – and on civilians.

Mustafa Kemal’s adopted daughter →Sabiha Gökςen, the first female fighter pilot in the Turkish Air Force and an orphan from the years of the World War Genocide, distinguished herself during the bombings. “As a prominent bomber pilot, Sabiha Gökçen was involved in the indiscriminate annihilation of the population in the state-sponsored crimes in Dersim in 1938. For her alleged services, she was subsequently celebrated as a national hero, with her actual activities and the reasons and goals of the military operation being kept secret.”[31]

There is a bitter cynicism in the fact that a woman of Armenian descent, of all people, shot up a region to which so many of her compatriots owed their lives. In contrast to the Armenian genocide, which was mainly committed by irregular armed forces (Teşkilat-ı Mahsusa – “Special Organization”) and broad sections of the Muslim civilian population, the circle of perpetrators in Dersim in 1938 was limited to the national armed forces. In this respect, the Dersim genocide is a clear and exclusive State crime, which at the same time has a religious dimension: the centuries-old conflict between Shia or Alevism and Sunni Islam.

Places of the Crime

1. Ağveran
2. Akreg
3. Ali Boğaz
4. Arê Ali Begu
5. Arê Çê Ziyay
6. Aveşi
7. Awge
8. Axpar – Akpınar
9. Baleşer
10. Bırdo Çelemuriye
11. Bırrê Bızeke
12. Bozan
13. Cırnunê Beski
14. Çala Heru
15. Çala Nizamu
16. Çala Qıçkeku (Kırmela Qırğu)
17. Çala Sure
18. Çatê Khalmemi
19. Çayıra (Qerece)
20. Çayırê Khali
21. Çetê Çırrıke (Kilise)
22. Çêwresçıme (Mığara Qopi)
23. Degirmen Bendi
24. Derê Are Ali Begu
25. Derê Arê Çê Derguli
26. Derê Çayıra (Sırtıka)
27. Derê Çırri (Yêrısk)
28. Derê Fınd ıqu (Oba Ağaê Qıci)
29. Derê Ğezani (Serkemer)
30. Derê Harami
31. Derê İne
32. Derê Khalmemi
33. Derê Khunduji
34. Derê Laçi
35. Derê Meyita (Kilise)
36. Derê Meyitu (Yinê Dızdu)
37. Derê Pulemuriye
38. Derê Qeremuxe
39. Derê Qıci (Ağzonige)
40. Derê Qıli
41. Derê Remedani
42. Derê Roji
43. Derê Sandalu
44. Derê Tağari (Ali Boğaz)
45. Derê Thırsıke
46. Derê Varani (Tosniye)
47. Derê Xori (Thojinge)
48. Derê Xozati
49. Derê Zağgey
50. Derê Zuğuri
51. Desiman
52. Deste
53. Eğniğe
54. Elamqaşi (Dere Nahiyesi)
55. Ergane
56. Gedigê Zêyne (Zini Gediği)
57. Gema Besk
58. Gola Çetu
59. Gola Lerji
60. Golanê Sole
61. Gomê Doy
62. Gomêgari
63. Gozereke (Pilav Dağı)
64. Harşiye
65. Hegao Pil
66. Hırnik (Dere Nah.)
67. Hopıke (Kemerê Çile)
68. Hopıke (Koo Sıpe)
69. Jiara Paçkıne
70. Karvan
71. Katır Çukuru
72. Kemerê Arey (Halvoriye)
73. Kemerê Çilê
74. Kemero Phan (Kilise)
75. Kevırkan
76. Kewlê Kımsori
77. Khaniya Derıke
78. Kırniga Khali
79. Koo Sur
80. Korta Heru
81. Kosoğlu Deresi
82. Koo Sıpe – Beyaz Dağ /Ko
83. Koo Sıpe-Çayıra Phıti
84. Koo Sıpe-Çala pey
85. Lazvan
86. Marçık
87. Masumo Pak (Dewa Pile)
88. Mazgirt Merkez
89. Merga Çeqere
90. Merga Kemi
91. Mergê Kesisu
92. Merxo
93. Mezra Çê Ağay
94. Mezra Sure
95. Muxewndi
96. Pıskeğ
97. Pulê Fate
98. Qelxeru
99. Qereğlan
100. Qereqol (Yêrısk)
101. Qurçu
102. Raa Thonjige (Pardiye)
103. Roşnage
104. Saldağ
105. Samoşiye (Qerğac)
106. Serkêsur (Bargini)
107. Sinan
108. Sorpiyan
109. Soxariye
110. Şine
111. Şorda
112. Taçkirege
113. Tanerê Lolu
114. Tanero Corên
115. Tasniye
116. Tevnasi
117. Textxel
118. Varseliye
119. Vıroz
120. Viyaleke (Tornoba)
121. Vonkê Qerebaşi
122. Warê Xurxuriki (Mırcan)
123. Welağanê İne
124. Xotara Çê Abaşi
125. Xuxtaru
126. Zankirege
127. Zêrza Axpano
128. Zini Gediği

*Source: https://dersim-fdg.org/tertele

Endnotes

[1] ԽՈԶԱԹ (Khozat’). – Արեւմտահայաստանի եւ Արեւմտահայութեան Հարցերու Ուսումնասիրութեան Կեդրոն. 2011/03/11. https://www.arevmdahaiastan.net/am/?p=9092

[2] Kévorkian, op. cit., 421; 15:000 according to Gerçek, Burçin: “Celal Bey ve diğerleri, interview with Raymond Kévorkian”, Radikal Newspaper, 26.02. 2006; quoted from: ibid., “Report on Turks who reached out to Armenians in 1915”, p. 60, footnote 232: ; 20,000 according to Marchand, Laure; Perrier, Guillaume. Turkey and the Armenian Ghost: On the Trail of the Genocide. Montreal & Kingston; London; Ithaca: McGill-Queen’s University, 2015, p. 64.

[3] Virabian, Ashkhen. “Armenian Identity Zazas (Part Two)”. Westerarmeniatv, 20 March 2023, https://westernarmeniatv.com/en/society_en/armenian-identity-zazas-part-two/

[4] Gerçek, op. cit., p. 60

[5] Yerevanian, G.A.: History of Armenian Charsandjak. Peirut [Beirut], 1956, p. 65.

[6] Virabian, op. cit.

[7] http://www.armenocide.net/armenocide/armgende.nsf/$$AllDocs/1918-10-18-DE-001

[8] French edition: Antranik: Dersim : carnets de voyage chez les Kizilbaches et les Mirakian 1888 & 1895. Paris: Société bibliophilique Ani, 2017; Turkish editions were published in 2018 and 2022 under the title Dersim Seyhatnamesi.

[9] This refers to the fact that when an Armenian girl or woman was ‘adopted’ or married, her Muslim stepparents or husband became the legal owners of the inheritance or possessions of the child or wife. It did not matter whether the person in question had consented to the adoption or marriage. – Gündoğan, Kazım: Alevileş(tiril)miş Ermeniler: Dersimli Ermeniler-2; “Biz İsa’ya Tabiyiz, Ali’ye Mecburuz”. Istanbul: Arıntı, 2022, p. 52f.

[10] Gündoğan, op. cit., p. 364f.

[11] Gündoğan, op. cit., p. 272

[12] Üngör, U. U. (2009). Young Turk social engineering: mass violence and the nation state in eastern Turkey, 1913-1950. [Thesis, fully internal, Universiteit van Amsterdam], p. 223.

[13] Kaiser, Hilmar: “The Ottoman Government and the End of the Ottoman Social Formation, 1915-1917.” 2001. – http://www.hist.net/kieser/aghet/Essays/EssayKaiser.html

[14] Künzler, Jacob: Im Lande des Blutes und der Tränen. Potsdam: Tempel-Verlag, 1921, p. 79

[15] Address to the Türk Ocakları in Ankara on April 21, 1925. Quoted from: Aslan, Güney: Üniformalıkasaplar (Uniformed Butchers). (Istanbul: Pencere Yayınları, 1990), p. 14, here cited from Bruinessen, 1994, p. 150;

[16] Minister of Justice Mahmut Esat, according to the daily newspaper Milliyet on September 19, 1930; quoted from Bruinessen, 1994, p. 170

[17] Marchand & Perrier, op. cit., p. 64

[18] Report of the Consul of Trabzon, September 27, 1938 (Public Record Office, London, FO 371 files, document E5961/69/44). – Cited after Bruinessen, 1994, p. 141

[19] Quoted from: Çelik, Hüseyin: Dersim Genocide 1937/38: a legal classification. In: Gudehus, Christian; Husenbeth, Alexander (Ed.s): Dersim – Identity and Annihilation. Gießen: Psychosozial-Verlag, 2024, p. 216

[20] Üngör, Ugur Ümit: The making of modern Turkey: nation and state in Eastern Anatolia, 1913-1950, Oxford University Press, 2011, p. 148

[21] Quoted from: Eggers, Wilfried: Paragraf 301. Dortmund: Grafit, 2008, p. 8

[22] Aslan, Fikret; Bozay, Kemal, et al., Graue Wölfe heulen wieder: Türkische Faschisten und ihre Vernetzung in der BRD. 2nd updated edition. (Münster:) Unrast, (2000), p. 38

[23] Çağlayangil, İhsan Sabri: Anılarım. Istanbul 1990, pp. 47f. Quote (with gaps) in the daily newspaper Radikal, May 21, 2007

[24] The term “holocaust” (Greek for “whole-body burning”) was coined in 1895 by US journalists to describe the frequent practice of burning Ottoman Christians alive, especially Armenians.

[25] Dersimî, Mehmet Nurî: Kürdistan Tarihinde Dersim (Dersim in the History of Kurdistan). Aleppo 1952, p. 286f.; reprinted Cologne 1988; see also the same author, Hatıratım (My Memoirs). Stockholm 1986; quoted from: Bruinessen, Martin van: The Suppression of the Dersim Rebellion in Turkey (1937-38) [excerpts from: Martin van Bruinessen, “Genocide in Kurdistan? The suppression of the Dersim rebellion in Turkey (1937-38) and the chemical war against the Iraqi Kurds (1988)”, in: Andreopoulos, George J.  (ed): Conceptual and historical dimensions of genocide. University of Pennsylvania Press, 1994, p. 4

[26] Convention on the Prevention and Punishment of the Crime of Genocide. Approved and proposed for signature and ratification or accession by General Assembly resolution 260 A (III) of 9 December 1948

Entry into force: 12 January 1951, in accordance with article XIII. https://www.un.org/en/genocideprevention/documents/atrocity-crimes/Doc.1_Convention%20on%20the%20Prevention%20and%20Punishment%20of%20the%20Crime%20of%20Genocide.pdf

[27] Çelik, op. cit., p. 233

[28] Organized by the human rights NGO Arbeitsgruppe Anerkennung – Gegen Genozid, für Völkerverständigung e.V. and funded by the Landeszentrale für Politische Bildung Berlin: https://www.aga-online.org/wp-content/uploads/Nezahat-Guendogan_Die-verschwundenen-Maedchen-von-Dersim_Vortrag_rev_red_at-NG_Final.pdf; see also: Gündoğan, Nezahat; Gündoğan, Kazım: Dersim’in Kayip Kızlari (Dersim’s Lost Daughters) »Tertele Çeneku« (Kızlar Kırımı). Istanbul: Iletişim, 2012

[29] van Bruinessen, Martin: “Genocide of the Kurds”, in: Charny, Israel W. (ed.). The Widening Circle of Genocide. New Brunswick, New York: Routledge, 1994, pp. 165–191. The Society for Threatened Peoples puts the total number of victims at “over 70,000”; see Ates, Bülent; Dr. Sido, Kamal: Dersim: The history of an oppressed region in Turkish Kurdistan. 13.04.2007. https://www.gfbv.de/de/news/dersim-die-geschichte-einer-unterdrueckten-region-in-tuerkisch-kurdistan-673/.. Hans-Lukas Kieser, on the other hand, considers the assumption of a figure of 40,000 to be improbable (see Kieser, Hans-Lukas: Dersim Massacre, 1937-1938. 27 July 2011, https://www.sciencespo.fr/mass-violence-war-massacre-resistance/en/document/dersim-massacre-1937-1938.html)

[30] Gündoğan, N. (2019): https://www.aga-online.org/wp-content/uploads/Nezahat-Guendogan_Die-verschwundenen-Maedchen-von-Dersim_Vortrag_rev_red_at-NG_Final.pdf

[31] Törne, Annika: Dersim – Geographie der Erinnerungen: Eine Untersuchung von Narrativen über Verfolgung und Gewalt. Berlin, Boston: Walter de Gruyter, 2019, p. 46

References & Additional Readings

Bruinessen, Martin van. “The Suppression of the Dersim Rebellion in Turkey (1937–38).” In: George J. Andreopoulos (ed.), Conceptual and Historical Dimensions of Genocide, pp. 141–170. Philadelphia: University of Pennsylvania Press, 1994.

Kévorkian, Raymond. The Armenian Genocide: A Complete History. London / New York: I.B. Tauris, 2011.

Küpeli, Ismail. “Die Vernichtungsoperationen in Dersim 1937/38.” In: Christian Gudehus, Alexander Husenbeth (Hg.), Dersim – Identität und Vernichtung, S. 185–211. Gießen: Psychosozial-Verlag, 2024.

Riggs, Henry H. Days of Tragedy in Armenia: Personal Experiences in Harpoot, 1915–1917. Ann Arbor, Michigan: Gomidas Institute, 1996.

Image de Dr. phil. Hofmann Tessa

Dr. phil. Hofmann Tessa

Philologist (Slavic literatures and languages), Armenian and Genocide studies; sociologist; independent author
Retour en haut
[working_gallery]