Deyiş

Date Published: July 2, 2025
Özet
Alevi-Bektaşi kültüründe, Cem törenlerinde Semahla birlikte yalnızca bağlama eşliğinde, doğaçlama söylenen, kolektif belleğe dayanan halk edebiyat türü. Alevi müziği Anadolu’nun temel kültürel motifidir. Alevi felsefesi, hakikat arayışı, doğayla ve Tanrıyla bütünlük deyişlerde dile gelir. Deyişlerde Sunni İslam inancının sembolik değerlerine karşı insanı merkeze alan Bektaşilik felsefesi savunulur. Deyişlerde, söylenen yöreye göre, insanının düşünce yapısı, duygu ve davranışları, beğenileri, mizah anlayışı, acıları, yaşanmışlıkları, toplumun hafızasına yer etmiş önemli olayları, yörenin gelenek ve göreneklerinin izleri aşikâr olur. Nefes, düvaz, deyiş ve Semah gibi Alevi sözlü kültürüne ait ögelerle, geçmişten alınan kadim miras günümüze kadar taşınmıştır. Deyişler, kadın ve erkeklerin birlikte katıldıkları Cem ayinlerinde, Semah eşliğinde söylenir. Söyleyen ozana Zakir, denir. “Alevilerin Yedi Ulu Ozanı”nı yaşadıkları yüzyıllara göre şu isimlerden oluşur: Nesimi (Seyyid İmadeddin), Fizuli, Hatayi (Şah İsmail), Pir Sultan Abdal, Yemini, Kul Himmet, Virani. Biçimlerine göre, içerdikleri konulara göre farklı isimler alan deyişler en genel anlamda Alevi düşüncesini, felsefesini, Tanrı- evren, Tanrı-insan ilişkisini konu edinmiş, Alevi-Bektaşi kimliğinin bu günlere taşınmasında önemli rol oynamıştır. Toplumsal ve tarihsel özü nedeniyle deyişler, sosyolojik incelemeye açıktır. Politik eleştirel gücünü de buradan alırlar. Geniş anlam evrenine sahip deyişler, bu izlekler üzerinden tartışılmaya çalışılacaktır.

Öteki’nin Dili Olarak Deyişler ve Sosyolojik Bağlamı

Toplumlar, yaşadıkları deneyimleri, acıları, sevinçleri, göçleri, yıkımları kültürel malzemeler yoluyla geleceğe aktarır ve kendi toplumsal belleklerini oluşturur, bu sayede varlıklarını sürdürürler. Ritüeller, ayinler, törenler, ibadetler toplu katılımın gerektirdiği, toplumsal bağların pekiştirildiği, bireyin toplumda yaşamak için toplum düzenine bağlılığına vurgunun yapıldığı kültür aktarımıdır. Toplu gösteri ve törenler toplu gerçekleri canlandırır. Ritüeller de toplu gösterilerdir, bir arada yapılır, katılanları canlandırır, kışkırtır, korur, yeniden yaratır. Kişiye kutsal olguları, olaylar karşısında nasıl davranacağını gösterir. Törenlerin nitelikleri, amaçları ne olursa olsun hepsinin işlevi bireyleri bir araya getirmek, aralarındaki bağları çoğaltmak, yakınlaştırmak, birbirleriyle daha içli dışlı olmalarını ve toplumun ortak bilincine ulaşmasını sağlamaktır. Bireyler birlik içindeki yerlerini ve topluluk bakımından duygularını yenilemiş olurlar (And 2003, 308).

Müzik, bir toplumun temsilinde, inanç ve değerlerinin aktarımında en önemli kültürel kaynaklardan biridir. Tarihsel olarak kökeni çok eski devirlere uzanan, pek çok felsefi, kültürel ve kozmolojik öğretilerin vücut bulduğu manevi bir örgütlenme olan Alevi geleneği; Tanrı, evren ve insan ilişkisinde ilahi bilgiyle müziği aynı eksende buluşturan bir düşünce geleneği sergiler. Bu düşünce geleneklerinde maddi varlıktan çıkıp Tanrı’ya yakınlaşmanın en güçlü yollarından birisi müziktir (Güray 2012, 45). Heterodoks özelliğinden dolayı evrensel bir inanç olan Alevi-Bektaşi inancının, kurumsal ve baskın inanca ve maruz kaldığı baskılara rağmen bugüne ulaşmasında Alevi müziğinin, deyişlerin önemli rolü vardır.

“Yabancı /Öteki” kavramına felsefi bir bağlam getirmeye çalışan Kearney’e göre; Ötekilik, hemen hemen her zaman, ruhun saf birliğini lekeleyen bir yabancılaşma bağlamında ele alınmıştır. (…) Kötülük yabancılaşmadır, kötü de yabancı (Kearney 2012, 87).

Muhalif kimlikleri dolayısıyla Osmanlı döneminde ve Cumhuriyetten sonra da toplumun “öteki”si sayılan Aleviler, içe dönük yaşamış, maruz kaldıkları baskı politikaları nedeniyle merkezden uzak bölgelere yerleşmişlerdir. Bu sebeple Aleviler; deyişleriyle kendilerine bir direniş ve var olma hattı yaratmışlardır. Anadolu halkı, özellikle Anadolu köylüsü, kurumlaşmanın katı duvarlarını hep sevgisiyle, hoşgörüsüyle ve duygusuyla, sezgisiyle ve aklıyla aşabilmiştir. Bunun için de başvurduğu en etkin silah ve yöntem olarak da şiiri seçmiştir (Erseven 1990,50). Julia Kristeva, temel deneyimlerimizden biri olan yabancılaşma deneyimine esasen üç farklı şekilde karşılık verdiğimizi öne sürer: sanat, din ve psikanaliz. Ayrıca dördüncü bir seçenek önereceğim: felsefe (Kearney 2012,19).

Sosyal bilimlerde kültürel çalışmalar alanın ortaya çıkması, kültürün bütün boyutlarının incelenecek bir metin olarak irdelenmesine olanak vermiştir. Bu anlamda halk edebiyatı (destan, şiir, masal, atasözü, tasavvur halk edebiyatı) en önemli kaynaklardan biri sayılmaktadır. Halk edebiyatı, tarih ve felsefeden ayrı bir konumdadır. Çünkü öncelikle halkın yaşanmışlıklarını anlatma, aktarma, duyurma ihtiyacından doğmuştur. Dolayısıyla yazarı, anlatıcısı, egemenlerin kurduğu söylemden, resmî ideolojiden, yaygın inançtan bağımsızdır. Aynı zamanda yazıldığı dönemin koşullarını ve o koşulların insanların hayatında yarattığı kırılmaları ayrıntılarıyla aktarabilme gücüne sahiptir. Bu bakımdan halk edebiyatı, felsefi öz barındırdığı için tarih bilgisinden daha kalıcı; anlattığı olayların, kişilerin gerçek ve spesifik olması bakımından felsefeden daha somuttur. Dolayısıyla hakikate ulaşmada deyişler, geniş anlamıyla halk edebiyatı güvenilir, dolayımsız, erk tarafından biçimlendirilmemiş bir alan yaratırlar. Deyişler, belli bir toplumsal / tarihsel bağlamdan süzülerek gelirler. Politik eleştirel gücünü de bu kaynaktan alırlar. Edebi metinlere sosyal bilimler çerçevesinde bakıldığında “ne” ya da “nasıl” sorularından çok “neden” sorusu baskındır. Toplumsal / tarihsel gerçeklerin aktarımında anlatının kurulma biçimi, temsil ettikleri kimliklerin inşası önem kazanır. Edebi eser böylelikle devlet, merkez-çevre, Türk-Osmanlı kimliği gibi içinden baktığımız sosyal bilim paradigmalarını sorgulamamıza yardımcı olur (Köksal 2008, 225).

Doğuşu itibariyle siyasi muhalif bir kimliği olan Alevilik, Sünni İslam inancını kurumsallaştıran iktidarlara karşı insanı odağına alan felsefesini deyişlerle savunmuş ve deyişlerle ifade etmişlerdir. Yûnus Emre’nin şu dizeleri bu bağlamda irdelenebilir: “Din-ü millet sorar isen/ Âşıklara din ne hâcet/ Âşık kişi harab olur/ Bilmez ne din ne diyânet / Âşıkların gönlü gözü maşuk diye gitmiş olur/ Ayruk surette ne kalır kim kılısar zühd u taat”(Vikikaynak 2025).

Yûnus Emre’nin bu dizelerinde, Sunni din anlayışına açıkça muhalefet ettiği, bu anlayışın göstermelik yönünü, kurallara ve kurumlara bağlı yönünü eleştirdiği görülmektedir. Şiirlerinde çoğunlukla aşk temasını işleyen Yûnus Emre, aşk kavramını tasavvufun en önemli kaynağı olan “Vahdeti Vücud” denilen mutlak varlık anlayışı Tanrı ile insanın birleşmesi anlamında ele alır. Alevilik felsefesinin temelinde Tanrı-insan-evren ilişkisi yatar. İnsan sevgisi, hoşgörü, doğaya ve tüm canlılara saygılı olmak, kâmil insan olmak (dış yüzü halka, iç yüzü Tanrı’ya bakan, nefsini yenmiş, kendini bilen insan), coşkunluk ve yaşama içten bağlılık Alevi-Bektaşi felsefesinin özünü oluşturur. Alevilikte Tanrısal felsefe iki biçimde anlatılır: Varlık ve yokluk. Varlık, asıldır. Yokluk, ondan türeyen ve gene ona dönen dalgalardır. Yani var olan deniz, yok olan da dalgasıdır. Her şey o denizdendir. Var olanlar ve gökler, o asıldan, o nurdan ateşlerdir. Her şey o var olanın sırlarının yansıması ve güzelliğinin aynasıdır. Bu da Tanrı diye adlandırdığımız güçtür. O güç kesin güzellik, kesin olgunluk, kesin yüz güzelliği ve kesin yaşamdır. Bunun neden böyle olduğunu anlamak için evren denilen kitabı okumasını anlamasını bilmek gerekir. Bu kitabın kanıtı doğrudan doğruya insandır. Yalnız bakıp görmek yetmez. Evrenin yüce harflerini okumak ve onu içte de duymak gerekir. Yüce ve kesin güç kimilerinin dedikleri gibi görünmesi, bilinmesi olanaksız olan bir şey değildir. Bu güç sürekli insanla birlikte olduğu gibi (aslında insanın içindedir) bir tek şeyde değil de her şeydedir. Her şey evreni tanımlar. Her şey evrenin yansımasıdır (Birdoğan 1994, 310).

Abdal geleneğinin temsilcisi olan Yûnus Emre’nin dizelerinde, Âşıkların yani Tanrı ile bütünleşmiş, kâmil insan seviyesine ulaşmış Âşıkların, bilinen anlamdaki dine ihtiyacının olmadığı, kurallardan bağımsız olarak yalnızca kendine ve dolayısıyla kendi özündeki evrensel töze sorumlu olduğu ve bunun da içten gelen, coşumsal bir adanmışlık yoluyla olduğunu belirtiyor. Dünya nimetlerinde gözünün olmadığını, maşukuyla ilahi bir düzlemde konumlandığını söylüyor. Yûnus Emre; bu dizeleriyle karşı çıkmanın ve taraf olmanın gereğini yerine getirir. Bu sayede içinde yazıldığı dönemde baskın olan siyasal ve sosyal düzlemi anlamamızı aynı şekilde bugün içinde bulunduğumuz düzlemle benzerlik ve karşıtlıklarını kurmamızı sağlar.

Deyişler üzerinden “öteki” kavramının ifade biçimlerini Pîr Sultan Abdal üzerinden sürdürelim. Sivas valisi Hızır Paşa tarafından tutuklanıp ardından idam edilen Pir Sultan Abdal, Anadolu’da Celalî İsyanları’na, Kanuni Sultan Süleyman’ın İran Safevi devletine karşı açtığı savaşa tanıklık etmiştir. Daha önce Akkoyunlular’dan Şah İsmail’e geçen Bağdat, bu sefer sonunda ilk olarak Osmanlılara geçti. Bu kayıp Anadolu Alevilerini çok üzmüş Pir Sultan Abdal da bu acı ile bir manzume söylemiştir. (…) Pir Sultan, bu yıllarda bütün Alevi topluluklarının duygularını yansıtan şiirler söylüyor, çeşitli bölgeleri dolaşıyor, gerekli propagandayı yapıyor (Öztelli 1985, 14). Osmanlı Devleti merkezi yönetiminin, kenar bölgelerdeki iktisadi ve sosyal baskılarından kendilerini kurtaracak olan Şah’ın gelmesini bekleyiş ve bu süreçteki umut ve umutsuzluk, ozanın şiirlerine yansımış, dönemin “ötekileri” olan Alevi toplumunun maruz kaldığı baskı ve isyanları, direnişleri deyişlerinde dile getirmiştir.

Pir Sultan Abdal’ın Sivas’a vali gelen Hızır Paşa’nın “Eğer içinde Şah’ın adı geçmeyen üç deme söylersen seni affedeceğim” sözüne karşı Pir Sultan Abdal’ın deyişi dönemin isyanını bugüne dek taşımış, “nefesleri kuşaktan kuşağa geçmiştir.” (Öztelli 1985, 16).

Hızır Paşa bizi berdar etmeden
Açılın kapılar Şah’a gidelim
Siyaset günleri gelip yetmeden
Açılın kapılar Şah’a gidelim

Gönül çıkmak ister Şah’ın köşküne
Can boyanmak ister Ali müşküne
Pirim Ali, On İki İmam aşkına
Açılın kapılar Şah’a gidelim

Tarihsel / toplumsal bağlamı dolayısıyla şiirin politik eleştirel gücünün etkili olduğunu, şiirde temsil edilen kimliklerin, tarafların ezen-ezilen; yerleşikler-dışarılıklar düzleminde, konumlandırıldığı görülmektedir. Merkezdeki Osmanlı iktidar gücünün hegemonyası, sembolik değerleri “Pirim Ali, On İki İmam” olan Alevi toplumunun üzerinde hissedilmekte, İran Safevî Devletinin başındaki Şah İsmail’e gitmek kurtuluş olarak görülmektedir.

Hâkim (milli, ırksal, kültürel, dinsel) çoğunluk, bir azınlığın mevcudiyetini ancak azınlığın canla başla hâkim değerlerini kabul ettiğini ve hâkim kurallara göre yaşamaya istekli olduğunu göstermesi koşuluyla kabul edebilir. Azınlık, yöneticileri hoşnut etme telaşına düşecek ve onlara yaranmaya çalışacaktır; egemen grubun talep ettiği tavizlerin miktarının, o grubun kurallarıyla, değerlerine teslim olunduğuna ve bir başkaldırı ihtimalinin olmadığına güven duymaları ile birlikte arttığını keşfedecektir. Azınlık ayrıca eşit partner sayılmanın kendi özgüllüklerini sergileme stratejisinin ters teptiğini de öğrenir. Azınlık bu durumda ya kendi gettolarına çekilecek ya da stratejisini simetrik schimogenesis[1] modeline uygun olarak değiştirecektir. Tercih ne olursa olsun ilişkinin kopması muhtemel sonuçtur (Bauman 2013, 63-64).

Zygmunt Bauman’ın azınlık-egemen ilişkisi; Osmanlı döneminde de Cumhuriyet döneminde de Alevi toplumu üzerinde farklı biçimlerde tezahür etmiştir. Bu çerçevede örnek vermek gerekirse, Cumhuriyetin ilanı ve Halifelik kaldırılması ile Bektaşi tekkeleri de dahil tüm dinsel vakıflar kapatılır. Halifeliğe karşı eylemleri, her ne kadar Bektaşi tekkesinin kapatılması gibi bir sonuç taşısa da Alevi topluluklarının geneli tarafından memnuniyetle karşılandı. Çünkü bu sayede resmi vatandaşlık statüsü ve kamusal hayata katılım konusunda anayasal haklar kazanabilmişlerdi (Gültekin 2023, 55-56).

Deyişlerin Tarihsel Arka Planı

Tüm eski tören ve ritüeller temel olarak iki kaynaktan beslenir; söz (mithos) ve eylem. Ritüel kısaca kalıplaşmış davranışlar ve töreler bütünüdür. Mithos ise, ritüelin duygu ve eyleminin söze dönüşümüdür (And 2003, 308). Cem törenlerindeki Semahlar, Muharrem ayının onuncu gününde yapılan Âşure (Rüz-i katl), Ta’ziye gelenekleri Anadolu Alevi toplumlarının mithos ve ritüellerinin örnekleridir. Ve bütün bu ritüel ve mitoslar tarihi yaşanmışlıklardan süzülüp gelmiştir. İran’da Safeviler döneminden beri Muharrem ve Kerbelâ olayları karşısında halkın duygusallığı politik ve ideolojik amaçlarla devleti yakından ilgilendirmiştir. Şah İsmail, İmam Hüseyn’in öcünün alınmasını sufiliğe kaydırmıştır. İmam Hüseyn için ağlamakla cennete gitmek hakkı doğar. Kerbelâ ve Necef’teki türbelerle tasavvuf ve Fütüvvet örgütleri de çok yakından ilgilenmiştir. Muharrem ayı boyunca Safer’in 20’si ve 28’ine kadar törenlere büyük önem verilmiştir (And 2022, 216). Öte yandan Alevilik, İslam tarihindeki bazı olaylara da indirgenemez. Bir diğer ifadeyle Aleviliği belirli tarihsel olaylara indirgemek haksızlık olur. Çünkü tarihsel oluşumunu bir kez tamamladıktan sonra, artık evrensel bir inanç haline dönüşmüş ve bu haliyle de tarihi aşmıştır. Bu şu anlama gelmektedir: Alevilik Sünni yaklaşıma, Hz. Hüseyin’in davasını güttüğü için karşı değildir. Tersine kurumsal dine, devletin elinde ya da dünyevi iktidarların elinde oyuncak olan dine karşı oldukları için karşıdır. Üstelik böyle olan diğer bütün dinlere de karşıdırlar. Bu bağlamda şunu söylemek yanlış olmayacaktır. Eğer Alevilik Katoliklerin egemen olduğu bir toplumda, mekânda yaşıyor olsaydı, Kilise kurumuna, Tanrı adına taç giyen imparatorlara Hz. Hüseyin’in kanını onlar dökmediği halde karşı çıkacaklardır (Çamuroğlu’ndan aktaran Poyraz 2007, 88-89).

Mithos genel çerçevesinde düşünebileceğimiz, masallar, söylenceler, deyişler, destanlar, sözlü geleneği oluşturur. Kültür aktarımında sözlü geleneğin önemi yadsınamaz. Söz ve mithoslar, söylenceler, deyişler ritüellerin kalıcı olmasını, geleceğe aktarılmasını, dönemin siyasal ve sosyal koşullarının kayıt altına alınmasını sağlamışlardır. Âşıklar, ozanlar tüm kültürlerde halkın acılarının, uğradığı haksızlıkların, korkuların tercümanı, sözcüsü olmuştur. Onların sözleri, dizeleri halkın ortak değeri olmuş, çağdan çağa, nesilden nesile aktarılmıştır. Âşık Veysel deyişlerinin yer aldığı “Dostlar Beni Hatırlasın” kitabında önsöz niteliğindeki yazısında Sabahattin Eyuboğlu, halk şiirinin, deyişlerin günümüzde uğradığı/uğratıldığı erozyona sitem ederken düşüncelerini şöyle aktarır: “Bir de Yunus Emre’yi düşünün: Abdülhak Hâmit’ten yedi yüz yıl önce konuşmuş; sözleri millete devlet eliyle kitaplar dolusu dağıtılmamış, şan ve şeref kapılarına adımını atmamış; böyleyken onda bugün söylenmiş gibi taze, aramızdan biri söylemiş gibi bizden, üniversiteden köy kahvesine kadar her yerde, her kulağı kabarttıracak kadar dokunaklı sözler bulabilirsiniz. Yunus daha mı usta şair Hâmit’ten? Daha doğru, daha derin şeyler mi söylüyor? Hayır; ama Hâmit’in ister istemez uzak kaldığı bir çeşme var ki Yunus’un şiiri onda yıkanmış: Halk çeşmesi. Dante’nin, Shakespeare’in, Moliére’in yıkandıkları çeşme. Şiirimizin devletimizle birlikte, bu çeşmeden adım adım uzaklaşması uzun hikayedir. Nice yaldızlı kuru çeşmeler bize onu unutturmuş; o da uzaklarda kendi başına halk için, fakir fukara için akmış; hâlâ da akıyor. İşte Âşık Veysel, ama artık hep birden çeşmenin başındayız” (Veysel 2001, 10).

Deyişler, halk şiirinin en geniş alanını oluşturur. Halk şiiri hece ölçüsüyle, dörtlük biçiminde, kâfiyeli olarak yazılır, saz eşliğinde ezgiyle söylenir. Destanlar gibi deyişler de Oğuz kökenli halkların sözlü edebiyatının bir ürünüdür. XIII. yüzyıldan XV. yüzyıla dek Anadolu’da yaygınlaşan ocak ve tarikatların gelişiminde halk ozanlarının büyük etkisi görülür. Hece vezninde üretilen şiirler XV. yüzyıla dek halk şiirinin tek temsilcisi ozanlar aracılığıyla oba oba gezilerek, kopuz eşliğinde çalınıp söylenmiştir. XV. yüzyıla kadar uzayan dönemde Yunus Emre, Sait Emre, Kaygusuz Abdal, Abdal Musa Sultan gibi dil ustalarını yetiştiren halk edebiyatımız, XV. yüzyılda da Hacı Bayram Veli, Eşrefoğlu Rumi, XVI. yüzyılda Kul Mehmet, Öksüz Dede, Azmi Dede gibi şairlerin yanı sıra, Pir Sultan Abdal ve Hatayi gibi ölümsüz sanatçıları yarattı. Daha sonraki yüzyıllarda yaşayan Karacaoğlan, Gevheri, Kuloğlu, Dertli, Emrah, Bayburtlu Zihni, Seyrani ve Ruhsati ile daha birçok ünlü ozanlarımız, bu edebiyatın en önemli taşlarını oluşturdu (Şimşek 1996, 19). Halk şiirleri öz Türkçeyle yazılır. Bununla birlikte zaman içinde Arapça ve Farsçadan geçen kelimeler de vardır. Yazı yoluyla değil ağızdan ağıza, sözlü olarak aktarılan halk şiirinde Halk Âşığı olmanın ritüeli Mehmet Şimşek’in çalışmasında şöyle aktarılır: Âşıklar yaygın bir inanışa göre “Pir” elinden dolu içerler. Bu olay âşığın uyanış dönemine rastlar. Ayrıca kendisine bir de sevgili gösterilir. Âşık bu hayali sevgilinin aşkıyla yanıp tutuşur. Diyar diyar gezerek onu arar. Bazı âşıklara mahlasları (takma adı) da bu dönemde verilir. Bâde (dolu) içme sırasında âşığa bilmedikleri de öğretilir. Bâde içen âşıklara geleneğe göre “Halk Âşığı” denir. Bade içmek çoğunlukla uyku anında gerçekleşir” (Şimşek 1996, 20).

Cem törenlerinde doğaçlama olarak zâkir tarafından okunan deyişler, Alevi-Bektaşi düşüncesinin felsefi mirasını ve kodlarını taşıyan şiirleri de var eder, yayılmasını sağlarlar. Konularına göre bu şiirler deyiş, nefes, mersiye, semah, düvaz, miraçlama şeklinde adlandırılır. Tarihsel süreçte temellerinin XIII. yüzyıla kadar dayandığı Alevi Bektaşi edebiyatında yer alan bu şiirlerin felsefi arka planını Yunus Emre’nin tasavvuf anlayışından alan bir gelenek oluşturur (Gölpınarlı 2017, 7). Deyişlerde manevi derinliğin bir ifade kanalı haline dönüşmesinde ritmik tekrarların, ezgisel motiflerin, tekrarlanan sözlerin, genel anlamıyla müzik ve söz birlikteliğinin önemli bir yeri vardır. Bu çerçevede Tanrı sevgisini, Vahdet düşüncesini, insanın ruhsal yolculuğunu ifade eden öğretilerin ve geleneğin yaslandığı kültürel dokunun canlı, dinamik ve etkili bir zeminde varlık bulabilmesi için müzik önemli bir unsurdur (Soylu Bağçeci, Şenol Atıcı 2022, 21). Alevîlerin türkü ve deyişleri aracılığıyla geliştirdikleri muhalefet hattı Hallâc-ı Mansûr ve Pir Sultan Abdal’ın öldürülmesi gibi kıyımları beraberinde getirse de deyişler, tüm canlılıklarıyla bugüne kalmayı başarmıştır. Alevi- Bektaşilerin, miziği, özellikle dini bir faaliyet çerçevesinde kullanması, Ortodoks din adamları tarafından zındıklık, kâfirlik olarak görülmüştür. Üstelik bu tür yaklaşımlar, çoğu zaman öfke ve hiddetini gizlemeye gerek duymamıştır. 18. yüzyıl şairi Dertli, müzik tutkusu nedeniyle Beypazarı Kadısı’ndan “Git, sazını kır, sazın içinde şeytan olduğu için, çalman yasaktır” emrini almış ve cevabını kendisinin en iyi bildiği yöntemle vermiştir (Püsküllüoğlu’ndan aktaran Poyraz 2007, 121).

Telli sazdır bunun adı
Ne ayet dinler de de kadı
Bunu alan anlar kendi
Şeytan bunun neresinde

Venedik’ten gelir teli
Ardıç ağacından kolu
Be Allah’ın sersem kulu
Şeytan bunun neresinde

Aslında Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca Alevilik yok sayılmasına karşın Alevi müziğinin, bir anlamda, yok sayılması mümkün olamamıştır. Cumhuriyet tarihi boyunca devletin hiçbir kurum ve kuruluşu Alevi sözcüğünü dahi telaffuz etmezken, TRT radyolarında Alevi müziğinin çalınması, birtakım kısıtlamalar olmakla birlikte, tamamen engellenememiştir. Çünkü Anadolu müziği içinde Alevi müziğinin kapsadığı alan ve önemi nedeniyle göz ardı etmek, yok saymak mümkün olmamıştır. Her on türküden yedisinin Alevi türküsü gerçeğini bilip kavradığımızda, diğer kurumlardaki sıkı engellerin TRT’de neden uygulanmadığı ya da uygulanamadığını anlamak mümkündür (Poyraz 2007, 134). Muzaffer Sarısözen ve daha sonra Nida Tüfekçi, Anadolu Alevi halkının dili olan deyişlerin derlenmesinde, notalaştırılmasında, kendi özgünlüklerini koruyarak bugünlere iletilmesinde aydın sorumluluğunu yerine getirmişlerdir.

Deyişlerin Anlam Evreni ve Örnekler

Halk şiiri, bir toplumun temsilinde, kendini ifade etmesinde, kültürel kodlarını oluşturmasında, eleştirel politik tutumunu dile getirmesinde, felsefesinin aktarılmasında, dizelerin gerek gerçek gerek metaforik anlamlarıyla örülü bir kültür evreninin yapı taşlarıdır. Aynı bağlamda deyişler de pek çok din, kültür ve felsefeden etkilenmiş Alevi toplumunun yörelere ve ocaklara göre farklılıklar gösteren, derin anlam katmanları ile örülü, simgesel anlatım unsurları barındıran halk şiirinin bestelenmiş formudur. Hermenötik etkinlik, pek çok din ve inanç sisteminde teolojik metnin örtülü mesajlarla bezeli varlık bilincini ortaya koymada etkili bir yaklaşımdır. Tanrı bilgisi, inanç düşünceleri, felsefi düşünce derinliği, sanatsal ya da ahlaki değerler gibi pek çok konuda metafiziksel anlamların dil kanalıyla aktarılmasıyla aşkın bilgi, kategorik bir yapı içerisine dahil edilir (Tokat’tan aktaran Soylu ve Atıcı 2022, 22).

Baskı dönemlerinde çevrede yaşayanların duyup devlete şikâyet etmeleri korkusuyla düşük volümle, tek bir bağlamaya dile getirilen deyişlerin, Alevi toplumunun görünürlüğünün ve toplumdaki temsiliyetlerinin artmasıyla bir kimlik ifadesine dönüştüğünü söylemek mümkündür. Bugün Alevi müziği deyişleri, kamusal düzeyde kendini var etmiştir. Aşık Veysel, Ruhi Su, Arif Sağ, Emre Saltuk, Ali Ekber Çiçek, Mahsuni Şerif gibi ozanlar, deyişlerin bugüne taşınmasında önemli sorumluluk üstlenmişlerdir.

Deyişleri genel olarak şu anlam düzlemleri üzerinde örneklendirmek mümkündür.

Alevi-Bektaşi felsefesinin anlatıldığı deyişler:

Aleviliğin temel felsefesini, yol kurallarını, yola girmeye istekli olanların (Talip) kabullenmesi gerekenleri (yalan söylememesi, üç yüz altmış altı erkânı bilmesi, kırk makamı bellemesi, “Ay Ali’dir, gün Muhammed” gerçeğini kabullenmesi, evliyalara inanması gibi) konu alan şiirlerdir. Bu deyişlerin içinde Devriye[2]’ler önemli yer tutar. Kuralları Şah İsmail Hatai’nin ele alıp geliştirdiğini ve deyişlerinde en geniş anlamıyla bu kuralları açıkladığını görebiliriz. Şah İsmail Hatai’nin birçok ünlü deyişi, Alevi kurallarının öyküsüdür. Alevi inancına göre yol kuralları üç yüz altmış altıdır. Bu sayının salt sekizi dinle ilgilidir. Öbürleri insan ilişkilerini inceler. Buna göre Alevilik tam anlamıyla dünyasal mutluluğu amaçlayan bir kurum olmaktadır.

İmam Cafer kullarıyız,
Sohbetimiz nihan olur.
Ölmeden evvel ölürüz,
Can cana vasıl can olur.

Budur evvel, budur âhir,
Bundadır mahabbet mihir,
Küfür, her mezhepte küfür,
Küfür bunda iman olur.

Bunda kibr ile kin olmaz,
Hem sen olup hem ben olmaz,
Âdem öldürsen kan olmaz,
Nefes öldürsen kan olur.

İmam kulları dirilir,
Erkân muhabbet sürülür,
Mahşer sorgusu sorulur,
Bunda Âli divan olur.

Şeraben tahur içilir,
Müşkül hal olur seçilir,
Şol kan işlerden geçilir,
Erenler mürvet kân olur.

İmam kulları yolu hak,
Derdine derman iste tek,
Üç yüz altmış altı uğrak
Sekizi usul din olur.

Şah Hatai dir candayım,
Hak divanı günündeyim.
Sen sendesin, ben bendeyim
Ne sen olur ne ben olur. (Birdoğan 1994, 413).

İnsanın doğayla, evrenle olan bütünlüğü, Hakk’ın o bütünlük içinde ve o bütünü oluşturan en küçük birimde aranması, Diyalektik döngüyü Alevi-Bektaşi felsefesi içesinde harmanlamış deyişlere örnek olarak Âşık Veysel’in deyişine bakabiliriz:

Aslıma karışıp toprak olunca
Çiçek olur mezarımı süslerim
Dağlar yeşil giyer bulutlar ağlar
Gökyüzünde dalgalanır, seslenirim

Ne zaman toprakla birleşir cismim
Cümle mahluk ile bir olur ismim
Ne hasudum kalır ne de bir hasımım
Eski düşmanlarım olur dostlarım (Veysel, 2001, 33)

Yine bu bağlamda 1352-1429 yılları arasında yaşamış halk ozanı Hacı Bektaşi Veli’nin şu dizeleri, Alevi felsefesinin özünü, insanın kendini arayışını betimlemektedir:

Hararet nardadır sac’da değildir
Keramet baş’dadır taçta değildir
Her ne arar isen kendine ara
Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir

Sakin ol, kimsenin gönlünü yıkma
Gerçek erenlerin izinden çıkma.
Eğer adam isen ölmezsin korkma
Aşığı kurt yemez, Uc’da değildir (Şimşek 1996, 40).

Deyişlerde, bu dünyadan kopuş, öze dönüş ve nefsini yenme, evrenle, Hakk’la bir olma temasına Pir Sultan Abdal’ın aşağıdaki deyişini de örnek verebiliriz:

Aşk harmanında savruldum
Hem elendim hem yuğruldum
Kazana girdim kavruldum
Meydana yetmeğe geldim

Ben Hakk’ın ednâ kuluyum
Kem damarlardan beriyim
Ayn-ı Cemin bülbülüyüm
Meydana ötmeğe geldim

Pir Sultan’ım der gözümde
Hiç hata yoktur sözümde
Eksiklik kendi özümde
Dârına durmağa geldim. (Öztelli 1985, 283).

Kaygusuz Abdal’ın “Âdem” metaforuyla tanımladığı “İnsan” olgusunu konu edinen aşağıdaki deyişi de Alevi felsefesinin ifadesine örnek verilebilir:

Bu Âdem dedikleri, el ayakla baş değil
Âdem manaya derler, Suret ile kaş değil
Gerçi et ü deridir, cümlenin serveridir
Hakk’ın kudret sırrıdır, Gayre bakmak hoş değil

Âdem odur ey hoca, Gıdası mâna ola
Maksud Âdemden ahi, hayal ile düş değil
Bu Kaygusuz Abdal’a Âşık demen dünyada
Nakş ü sırat gözetir, maksudu nakkaş değil (Şimşek 1996, 191).

İsyanın ve acının dile getirildiği deyişler:

Resmî ideoloji tarafından türlü biçimlerde yok sayılan, görmezden gelinen ya da “makul” biçimleri üretilmeye çalışan Alevilik felsefesinin direniş ve isyan deyişine örnek olarak XVI. yüzyılda Yörük bir Türkmen aileden geldiği tahmin edilen tekke ozanlarından Muhyittin Abdal’ın şu dizelerini örnek verebiliriz:

Zâhid bize ta’n eyleme Hakk ismin okur dilimiz
Sakın efsâne söyleme Hazret’e varır yolumuz
Halvetî yolun güderiz çekilir Hakk’a gideriz
Gazâ-yı ekber ederiz İmâm Ali’dir ulumuz

(…)

Sayılmayız parmak ile tükenmeyiz kırmak ile
Taşramızdan sormak ile kimse bilmez ahvâlimiz
Muhyî sana olan himmet ‘âşık isen câna minnet
Elif Allah mim Muhammed kisvemizdedir dâlimiz (Dil beyti 2025).

Yine bu bağlamda Alevi-Bektaşi kültürünün önemli ozanlarından biri olan XIV. yüzyılın sonları ile XV. yüzyılın başlarında yaşamış olan Seyyit Nesimi’nin aşağıdaki deyişini örnek verebiliriz.

Ben yitirdim, ben ararım, yar benimdir kime ne
Gah giderim öz bağıma gül dererim kime ne
Gah giderim medreseye ders okurum Hak için
Gah giderim medreseye dem çekerim kime ne

Kelb rakip haram diyormuş şarabin bir katresine
Saki doldur, ben içerim, günah benim kime ne
Ben mekamet gömleğini deldim, taktim eğnime
Ar-u namus şişesini tasa çaldım, kime ne

Ah Yezid, seccadeni al yürü mescid yoluna
Pir esiği benim kâbem kıblegâhım kime ne
Gah çıkarım gökyüzüne hükmeder kaftan kafa
Gah inerim yeryüzüne yar severim kime ne

Kelp rakip böyle diyormuş güzel sevmek pek günah
Ben severim sevdigimi, günah benim kime ne
Nesimi’ye sordular, yarin ile hoş musun
Hoş olayım, hoş olmayım, o yar benim, kime ne (Alevi haber 2025).

Anadolu’da Osmanlı Devleti merkezi iktidarının, taşra üzerindeki iktisadî ve sosyal baskılarının yoğun bir şekilde hissedildiği bir döneme şahitlik etmiş ve Celalî İsyanları’nı yaşamış ozan Pîr Sultan Abdal, zulüm ile mücadeledeki kararlılığı ve mücadele için örgütlülüğün önemini şu meşhur deyişle ifade etmiştir (Boratav ve Gölpınarlı 1943, 91-92):

“Uyur idik uyardılar
Diriye saydılar bizi
Koyun olduk ses anladık
Sürüye saydılar bizi

Sürülüp kasaba gittik
Kanarayı mesken tuttuk
Canı Hak’ka teslim ettik
Ölüye saydılar bizi

Pir defterine yazıldık
Hak divanına dizildik
Bal olduk şerbet ezildik
Doluya saydılar bizi (…)”

Tarihsel ve toplumsal yaşanmışlıklardan günümüze ulaşan deyişlere bir örnek olarak, hakkında fazla bilgiye sahip olmadığımız XVII. yüzyıl ozanlarından Dedemoğlu’nun aşağıdaki deyişini verebiliriz:

Çıktık Horasan’dan sökün eyledik,
Düşürdüler bizi tozlu yollara,
Omuzda parlayan kargı cidalar,
Aşırdılar bizi karlı dağlara,

Bölük bölük oldu yüklendi göçler,
Atlandı kocalar, yayandır gençler,
Başımıza geldi görülen düşler,
Göçürdüler bizi gurbet ellere.

Gâhi konduk, gâhi göçtük yollarda,
Bilip bilmediğin gurbet ellerde
Âlem dağlarından şu daz çöllerde,
Halim destan olsun bütün dillere.

Oradan yüklendik geldik Culab’a
Seksen dört bin erdir gelmez hesaba,
Deve, koyun çoktur insan kalaba,
Susuz hayvan inileşir göllere.

Dedemoğlu der ki aşkın bağından,
Aşırdılar bizi Yozgat dağından.
Anadolu Sivas şehri sağından,
Bizden sonra bu nam kalsın illere (Birdoğan 1994, 410-411).

XVII. yüz yılda Anadolu’da yaşamış Azeri asıllı tekke şairi Kul Nesimi’nin doğum ve ölüm tarihleri hakkında herhangi bir bilgi yoktur. Şiirlerinde Hurufilik, Caferilik ve Haydarilik inanışlarına ilişkin izler görülmektedir. Osmanlı-Safevî mücadelesinde Safevî yanlısı bir duruş sergilemesi ve bunu şiirlerinde yansıtması gerekçesiyle kovuşturmalara maruz kaldığı ve bu sebeple idam edildiği tahmin edilmektedir. (Kuzucu’dan aktaran Çaylak ve Kaymal 2020).

Har içinde biten gonca güle minnet eylemem
Arabi farisi bilmem, dile minnet eylemem
Sırat-i müstakim üzre gözetirim rahimi
İblisin talim ettiği yola minnet eylemem

Bir acaip derde düştüm herkes gider karına
Bugün buldum bugün yerim, hak kerimdir yarına
Zerrece tamahım yoktur şu dünyanın varına
Rızkımı veren Hüda’dır, kula minnet eylemem

Oy Nesimi, can Nesimi ol gani mihman iken
Yarın şefaatlerim Ahmed-i Muhtar iken
Cümlenin rızkını veren ol gani settar iken
Yeryüzünün halifesi hünkara minnet eylemem

Öğretileri ve yaşamları ile önderlik etmiş kişiliklere “Mürşitlere” bağlılık deyişleri:

Hacı Bektaş Veli, Alevi inancı için çok önemli bir değerdir. Anadolu topraklarına Ehl-i Beyt sevgisini getiren kişi olarak bilinir. Yaşadığı dönemde Moğol baskınlarına, Anadolu’nun yıkımına, yağmalanmasına tanıklık etmiştir. Horasanlı Hacı Bektaş’a “Veli” unvanının verilmesi, Hz. Ali’den süregelen, manevi mirasa sahip çıkmasındandır. Erenlerin baş çeşmesi, velilerin hünkarı olarak anılır (Şimşek 1996, 39). Bu bağlamda ozanlarımızdan Pir Sultan Abdal’ın, Hatayi’nin, Emrah’ın, Beratı’nin çok sayıdaki deyişi örnek verilebilir.

Sensin bizim zahir batın ulumuz
Aman medet Mürvet Pir Hacı Bektaş
Her taraftan sana çıkar yolumuz
Ali’sin bir adın var Hacı Bektaş

Seni sevdik, senden yana yıkıldık
Münkirlerin keserinden sıkıldık
Her birimiz künc-i famda tıkıldık
Yetiş bu imdada er Hacı Bektaş

Pir Sultan Abdal’ım sana dayandım
Uyur idim himmetinle uyandım
Hep isteyenlere verdin inandım
Benim de muradım ver Hacı Bektaş (Şimşek 1996, 42).

Hatayi’nin deyişlerinden bir örnekle bu başlığı sonlandıralım:

Gece gündüz hayaline dönerim
Bir gece rüyama gir Hacı Bektaş
Günahkârım günahımdan bezerim
Özüm dara çektim sor Hacı Bektaş

Derdimin dermanı yaremin ucu
Dört güruh mevcuttur, Guruh-i Naci
Belinde kemeri başında tacı
Yüzünden balkıyor nur Hacı Bektaş

Yandı bu garip kul nedir çaresi
Yine tazelendi yürek yaresi
Onulmaz dertlere derman olası
Bu senin bendindir sar Hacı Bektaş

Dedimend Hatayi eyler niyazı
Ulu Pir katardan ayırma bizi
Yarın mahşar günü isterem sizi
Muhammed önünde car Hacı Bektaş (Şimşek 1996, 43).

XIV-XV. yüzyıl ozanlarından Kaygusuz Abdal, deyişlerinde terk zorunda kaldıkları Horosan’ı sık sık dile getirir. Kaygusuz Abdal’ın aşağıdaki deyişi mürşidi Abdal Musa’nın yaşantısına ilişkindir:

Beylerimiz Ablan Göl’ün üstünde
Ağlar gelir “Şahım Abdal Musa’ya.
Urum abdalları postu eğninde
Bağlar gelir “Şahım Abdal Musa’ya.

Urum abdalları gelir dost deyi,
Eğnimizde aba, hırka post deyi,
Hastaları gelir derman isteyi,
Sağlar gelir “Şahım Abdal Musa’ya.” (Birdoğan 1994, 410).

Eleştirel politik gücünü ironiden alan deyişler:

“Şathiyyat-ı Sofiyane” ya da Taşlama olarak adlandırılan bu deyişler, yaygın inanıştaki tezatlıkları, başkalarında gördükleri kusur ya da gülünç yanları, yazgılarındaki terslikleri ince bir ironiyle ele alıp durumların absürt yanlarını konu edindikleri deyişlerdir. Hiciv ve ironi yoluyla sosyal hayattaki yanlışlıkları, dünyanın kötüye gidişini, yozluğu, yobazlığı etkili biçimde anlatırlar. Gevheri, Kaygusuz Abdal, Dertli bu türde çokça şiir vermiş ozanlarımızdandır. Örneğin Dertli, yaşlılığını ve işlerinin ters gitmesini şöyle dile getirir (Birdoğan 1994, 420).

Girdab-ı mihnette kapandın kaldın.
Vermedin bir yandan ses kara bahtım
Anladım gafilsin, uykuya daldın,
Deli poyraz gibi es kara bahtım

Alemde bir candan korkulmaz iken,
Pençenden kimseler kurtulmaz iken,
Aslana, kaplana yırtılmaz iken,
Dedirdin tilkiye “pes” kara bahtım.

Dertli’ye çıkar mı bu işin ucu,
Şimdi fark eden yok altunu, tuncu.
Evvel beğenmezdin mesti, pabucu
Verdiğin çarığa mesh kara bahtım.

XV. yüzyılda yaşamış, Yunus Emre tarzını örnek almış Kaygusuz Abdal, hem ölçüsüyle hem de aruz ölçüsüyle şiirler yazmıştır. Mizahı, ironiyi vurucu bir politik eleştiriye dönüştürmüş olan ozan, çok katmanlı şiirler üretmiştir. Kaygusuz Sultan Divanı, Dolab Nâme, Budala Nâme önemli eserlerindendir.

Yamru yumru söylerim, her sözüm kelek gibi
Ben avare gezerim, sahrada leylek gibi
Terk etmedim benliği, bilmedim insanlığı
Suretim âdem veli, her huyum eşek gibi
Ârifler sohbetinde, marifet söyleseler
Ben de hemen düşünmem, ürerim köpek gibi
Bu marifet ilminden, haberim yok cahilim
Benden mana sorsalar, sözlerim sürçek gibi
Miskin Sarayi kıydın, kul oldun sen nefsine
Senin hırs u hevesin, tutu seni fak gibi (Şimşek 1996, 191).

Sonuç

Alevi sözlü kültürünün anlatım biçimleri nefes, duvaz, semah ve deyişler Cem törenlerinde, zâkir tarafından, saz eşliğinde ve doğaçlama söylenir. Burada topluluğun belleğindeki bilgiler, yine topluluğun bildiği, ortak hafızasına kaydettiği kavramlar yoluyla aktarılır ve böylelikle kişilerde “bir olma” düşüncesi pekiştirilir.

 Siyasal ve tarihsel koşulların sonucunda, egemen olan Sünni kesimce çeşitli nedenlerle ötekileştirilen Alevi halklar, inanç, gelenek ve felsefelerini şiirler, deyişler yoluyla yaşatmışlardır. Var olmak için tarih boyunca isyan etmek zorunda kalan, her isyanın şiddetle bastırıldığı tüm toplumlarda olduğu gibi Alevi- Bektaşi kültüründe de türküler, deyişler; bir başkaldırı ve kendi inanç sistemini aktarma işlevi görmüştür. Bir direniş hattı ve felsefesinin aktarım aracı olarak kullanılan Alevi deyiş ve türküleri, taşıdıkları tarihin sözcülüğünü yaparlar. Dizeler incelendiğinde köklü tarihi, yaşanmışlığı açığa çıkmaktadır. Deyişler, pek çok din, kültür ve felsefeden etkilenmiş Alevi toplumunun yörelere ve ocaklara göre farklılıklar gösteren, derin anlam katmanları ile örülü, simgesel anlatım unsurları barındıran halk şiirinin bestelenmiş formudur. Siyasal, sosyal ve tarihsel koşulları konu edinen deyişler, bu yönüyle eleştirel politik bir öz barındırırlar. İnsana, doğaya ve tüm canlılara Hakk’ın yansısı inancı ile bakan bu nedenle şiddete başvurmayan Alevi halkları için deyişler, başkaldırının sembolü, kimliklerini korumanın bir biçimi haline gelmişlerdir. Karşı çıkmanın ve taraf tutmanın zorunlu olduğu koşullarda ozanlar, hakikatin savunusundan vaz geçmemiş, bunun bedeli olarak da kimisi ölümle cezalandırılmıştır. Var oluşun kökenini sevgi kavramı üzerinden değerlendiren Alevi felsefesi, Tanrı ile insan arasında konumlanmaya çalışan iktidar anlayışına karşı kendini bilen, eylemlerinin sorumluluğunu kabul eden insan-ı kamile ulaşmayı ilke edinmiştir. Köklerine kısmen uzanmaya çalıştığımız deyişler ve Alevi müziği, Alevilik-Bektaşilik kimliğinin asal taşıyıcısı olmuştur. Aleviliğin sürekli inşa olduğunu savunan Yalçınkaya’nın saptaması ile deyişleri değerlendirdiğimizde sözlerinin hâlâ güncelliğini koruduğunu, bugüne denk düşen toplumsal çatışmaları taşıyabilecek felsefi ve evrensel özü barındırdığını söyleyebiliriz. Alevi-Bektaşi deyişlerinin tasavvuf etkisi taşımakla birlikte, Alevi-Bektaşi erkân ve inançlarını yansıttığını, ulu sayılan kişilere duyulan saygı ve sevgiyi konu edindiğini, tarihsel acılara, toplumsal öfkelere ayna tuttuğunu, ironi ve mizah unsurlarını eleştirel politiğin vurucu etkisine dönüştürdüğünü söylemek mümkündür. Deyişlerle dile gelen bir anlamda resmi statüsü olmayan, iktidarlar tarafından görmezden gelinen, tanınmayan, ötekileştirilen bir topluluğun tepkiselliğidir. Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarına kadar, gezgin aşıkların bölgesel olarak gezip söylemelerinin dışında, Alevi müziğinin her yerde çalınıp söylenmesi yasaklanmıştır. Cumhuriyet’in ilanıyla da Alevi toplumu üzerindeki baskılar ve yok sayma politikaları devam etmiştir. Bununla birlikte Alevi toplumunun farklı platformlarda kendilerini ifade etmeye başlamaları, değişen dünya konjektörü, iletişim ağlarının genişlemesi ve Alevi müziğinin Anadolu kültürünün asal motifi olması, Alevi müziğini görünür kılmıştır. Cem törenleri aracılığı ile söylenen deyişler bugün artık her mecrada söylenmekte, Alevi kimliğinin taşıyıcılığını yapmaktadır. Deyişler, taşıdıkları toplumsal politik eleştirel tutum dolayısıyla, toplumsal muhalefetin, haklıdan yana duruşun ifadesine dönüşmüş durumdadır. Miletli filozof Thales’in dediği gibi; “Halkların türkülerini yaratanlar kanunlarını yaratanlardan daha güçlüdür”

Kaynakça & Ek Okuma Listesi

And, Metin. Oyun ve Bügü Türk Kültüründe Oyun Kavramı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2002.

And, Metin. Ritüelden Drama Kerbelâ-Muharrem-Ta’ziye. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2022.

Bauman, Zygmunt. Sosyolojik Düşünmek. (Çev. A. Yılmaz). İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2013.

Birdoğan, Nejat. Anadolu’nun Gizli Kültürü Alevilik. İstanbul: Berfin Yayınları, 1994.

Boratav, P., Naili ve Gölpınarlı, Abdülbaki, Pir Sultan Abdal. Ankara: Ankara Üniversitesi DTCF Yay, 1943.

Çaylak, A., Kaymal, C.  Alevilikte muhalif dil ve söylem: Alevi türkü ve deyişleri üzerine bir analiz. KAÜİİBFD, 11(22), 2020, s. 1075-1106.

Gölpınarlı, Abdülbaki. Alevi Bektaşi Nefesleri. İstanbul: İnkılap Kitapevi, 2017.

Gültekin, Ahmet K., Suvari, Çakır C., Türkiye’nin Etno-Kültürel Ötekileri. (İngilizceden Çev. E. Boz). Ankara: Koyusiyah Yayıncılık, 2023.

Güray, Cenk. Bin Yılın Mirası Makamı Var Eden Döngü: Edvar Geleneği. İstanbul: Pan Yayıncılık, 2012

Kearney, Richard. Yabancılar, Tanrılar ve Canavarlar Ötekiliği Yorumlamak (Çev. B. Özkul). İstanbul: Metis Yayınları, 2012

Öztelli, Cahit. Pir Sultan Abdal Bütün Şiirleri. İstanbul: Özgür Yayın Dağıtım, 1985.

Poyraz, Bedriye. Direnişle Piyasa Arasında: Alevilik ve Alevi Müziği. Ankara: Ütopya Yayınevi, 2007.

Soylu Bağçeci, Funda ve Atıcı Şenol, Mine. Kentleşen Alevilik Değişen Cem Ritüelleri ve Müzik. Ankara: Anı Yayıncılık, 2022.

Şimşek Mehmet. Dede Korkut ve Ahmed Yesevi’den Günümüze Uzanan Alevi Ozanlar. İstanbul: Can Yayınları, 1996.

Tokat Latif. Dinin Sembolik Dili. Milele ve Nihal İnanç Kültür ve Mitoloji Araştırmaları Dergisi, 2009, s.76.

Veysel, Âşık. Dostlar Beni Hatırlasın. İstanbul: İnkılâp, 2001.

Dilbeyti. “Dilbeyti. “Güfteler.” https://dilbeyti.com/gufteler/zahid-bize-tan-eyleme (Erişim tarihi: 02.05.20025)

Alevi haber. “Alevi haber. “Seyyid Nesimi Deyişleri.” https://www.alevihaber.com/seyyid-nesimi-deyisleri-ve-hayati-41374h.htm (Erişim tarihi; 02.05.2025)

Vikikaynak. “Vikikaynak.” Son güncelleme 25 Mayıs 2025. https://tr.wikisource.org/wiki/Âşıklara_din_ne_hacet

Sonnotlar:
  1. Gregery Bateson; düşman tutumlarını adeta düşmanı teşvik ederek kendi gerekçesini sağlaması şeklinde ilerleyen etki-tepki zincirini schismogenesis olarak tanımlamıştır.
  2. Devriye: Tasavvufta “Gayb alemi”ne, yani madde alemine düşen varlık önce “cemmat”(cansızlar), sonra bitiki, sonra hayvan ve en sonra da hayvan ve en sonra da insan biçiminde görülür. Bu dört ögeden geçen insan, asıl gerçekten haberli olmak ve ona kavuşmak isteğinde bulunur. Ondan sonra derece derece yükselerek Hakk’a yani Tanrı’ya ulaşır. Kavuşmadan önce son aşama “insan-ı kâmil”, yani en olgun insanlık aşamasıdır. Ondan sonradır ki aslına varır. Bu, bir çeşit iniş ve çıkıştır. Bu konuların işlendiği şiirlere “devriye” denir (Birdoğan 1994, 425).

Deyiş

Date Published: July 2, 2025
Summary

* This entry was originally written in Turkish.

In Alevi-Bektashi culture, deyiş are a form of folk literature recited spontaneously and accompanied only by the bağlama during cem ceremonies, alongside the semah, and rooted in collective memory. Alevi music is one of the foundational cultural motifs of Anatolia. The Alevi philosophy, the pursuit of truth, and unity with nature and the Divine are articulated through deyiş. These compositions defend the Bektashi philosophy that places the human being at the centre, in contrast to the symbolic values of Sunni Islam. Depending on the region in which they are recited, deyiş reveal the worldview, emotions, behaviours, preferences, sense of humour, and suffering of the people, as well as significant events embedded in the collective memory and traces of local traditions and customs. Elements of Alevi oral culture such as nefes, düvaz, deyiş, and semah have carried the ancient heritage from the past to the present. Deyiş are sung during cem rituals, in which both women and men participate, accompanied by the semah. The performer is called a zakir.

“The Seven Great Poets of the Alevis,” listed according to the centuries in which they lived, are: Nesimi (Seyyid Imadeddin), Fuzuli, Hatayi (Shah Ismail), Pir Sultan Abdal, Yemini, Kul Himmet, and Virani. Taking different names depending on their forms and themes, deyiş primarily address Alevi thought and philosophy, the God–universe, and God–human relationship. They have played a crucial role in carrying Alevi-Bektashi identity to the present day. Due to their social and historical substance, deyiş are open to sociological analysis. Their political-critical power derives from this grounding. With their expansive semantic universe, deyiş will be examined through these thematic lenses.

Deyiş as the Language of the ‘Other’ and its Sociological Context

Societies transmit their experiences, sufferings, joys, migrations, and destructions into the future through cultural material and thus build their collective memory, thereby sustaining their existence. Rituals, rites, ceremonies, and acts of worship are forms of cultural transmission that require collective participation, reinforce social bonds, and emphasise the individual’s adherence to social order. Public performances and ceremonies enact collective truths. Rituals are also public performances; they are conducted together, energise participants, provoke, protect, and recreate. They teach people how to behave in the face of sacred phenomena and events. Regardless of their qualities or aims, all ceremonies serve to bring individuals together, strengthen the bonds between them, create closeness, foster deeper interaction, and help the community reach a shared consciousness. Individuals renew their place within the collective and their emotions in relation to the community (And 2003, 308).

Music is one of the most important cultural sources in representing a society and transmitting its beliefs and values. The Alevi tradition, a spiritual organisation with roots reaching far into ancient times and embodying numerous philosophical, cultural, and cosmological teachings, is a thought tradition that brings divine knowledge and music together on the same axis in the relationship between God, universe, and human. In these traditions, music is one of the most powerful means of transcending the material world and approaching God (Güray 2012, 45). Because of its heterodox character, the Alevi-Bektashi belief, as a universal faith, has reached the present despite institutional and dominant religions and the oppression it has faced. Alevi music and deyiş have played a crucial role in this.

According to Kearney, who seeks to frame the concept of the “stranger / Other” philosophically, otherness has almost always been treated in a context of alienation that stains the pure unity of the soul. … Evil is alienation, and the evil is the stranger (Kearney 2012, 87).

Due to their oppositional identities, Alevis were regarded as the “Other” of society both during the Ottoman period and after the Republic. They lived inwardly and settled in remote regions due to the repressive policies they faced. For this reason, Alevis created a line of resistance and existence through their deyiş. The people of Anatolia—especially Anatolian villagers—have always managed to overcome the rigid walls of institutionalisation with their love, tolerance, feeling, intuition, and intellect. And the most effective weapon and method they have resorted to is poetry (Erseven 1990, 50). Julia Kristeva proposes that we respond to the experience of alienation—one of our fundamental experiences—in three main ways: art, religion, and psychoanalysis. Kearney adds a fourth option: philosophy (Kearney 2012, 19).

The emergence of the field of cultural studies within the social sciences has enabled all aspects of culture to be examined as a text. In this context, folk literature (epic, poetry, tale, proverb, and imaginative folk literature) is considered one of the most important sources. Folk literature stands apart from history and philosophy because it originates primarily from the need to narrate, transmit, and proclaim the experiences of the people. Its author and narrator are independent of the discourse created by the rulers, official ideology, and dominant belief. At the same time, it has the capacity to convey in detail the conditions of the time in which it was written and the ruptures those conditions created in people’s lives. In this regard, because folk literature contains a philosophical essence, it is more enduring than historical knowledge; and because the events and characters it tells are real and specific, it is more concrete than philosophy. Thus, deyiş, in the broader sense of folk literature, create a reliable, unmediated space not shaped by power in the search for truth. Deyiş are filtered through a particular social / historical context. They derive their political-critical power from this source. When literary texts are analysed within the framework of the social sciences, the question of “why” becomes more dominant than “what” or “how.” In the transmission of social / historical realities, how the narrative is constructed and the identities it represents gain importance. In this way, literary works help us to question the social science paradigms through which we see: the state, centre–periphery, and Turkish–Ottoman identity (Köksal 2008, 225).

Alevism, which had a politically oppositional identity from its inception, defended its human-centred philosophy—against the powers that institutionalised Sunni Islam—through deyiş. The following lines by Yûnus Emre may be considered in this regard:

Din-ü millet sorar isen
Âşıklara din ne hâcet
Âşık kişi harab olur
Bilmez ne din ne diyânet

If you ask of religion and nation,
Aşıks have no need of religion.
The âşıks is ruined,
Knows neither religion nor piety.

Âşıkların gönlü gözü maşuk diye gitmiş olur
Ayruk surette ne kalır kim kılısar zühd u taat

The hearts and eyes of âşıks have gone toward the beloved.
What remains in external form that performs asceticism and devotion? (Vikikaynak 2025).

These verses by Yunus Emre clearly express opposition to Sunni religious understanding, criticising its superficiality, its dependence on rules and institutions. Often dealing with the theme of love, Yunus Emre interprets love in terms of the mystical concept of Wahdat al-Wujud (Unity of Being), which views union with God as the highest reality. Love for humanity, tolerance, respect for nature and all living beings, becoming a perfect human being – kâmil insan – (one whose outer face is turned towards the public and inner face towards God, who has conquered his ego and knows himself), enthusiasm and sincere devotion to life form the essence of Alevi-Bektaşi philosophy. In Alevism, divine philosophy is expressed in two forms: existence and non-existence. Existence is essential. Non-existence is the wave that arises from it and returns to it. The sea is what exists, the wave is what does not. All is from that sea. The existing and the heavens are flames from that essence, that light. Everything is a reflection of that existence’s mysteries and a mirror of its beauty. This is the force we call God. That force is ultimate beauty, ultimate perfection, ultimate facial beauty, and ultimate life. To understand why this is so, one must learn to read the book called the universe. The proof of this book is directly the human. It is not enough to merely look. One must read the sublime letters of the universe and also feel it inwardly. The supreme and definite force is not—as some say—something unknowable or unseeable. This force is always with human beings (indeed, within them) and is not in a single thing but in everything. Everything defines the universe. Everything is its reflection (Birdoğan 1994, 310).

In the verses of Yunus Emre, a representative of the Abdal tradition, it is stated that âşıks—those who have united with God and reached the level of the perfected human—have no need for religion in the conventional sense; they are responsible only to themselves, and thus to the universal essence within themselves. This is achieved through an inner, emotional dedication. He says he has no desire for worldly pleasures and is situated on a divine plane with his beloved. In these lines, Yunus Emre fulfils the necessity of resistance and of taking sides. These verses enable us to understand the dominant political and social atmosphere of the time they were written, and also to draw parallels and contrasts with our current context.

Let us continue to explore the forms in which the concept of the “Other” is expressed through deyiş, by focusing on Pir Sultan Abdal. Pir Sultan Abdal, who was arrested and later executed by the governor of Sivas, Hızır Pasha, witnessed the Celali Rebellions in Anatolia and the war waged by Sultan Suleiman the Magnificent against the Iranian Safavid state. Baghdad, which had previously passed from the Aq Qoyunlu to Shah Ismail, this time came under Ottoman control for the first time. This loss deeply saddened the Anatolian Alevis, and Pir Sultan Abdal composed a poem reflecting this sorrow. (…) During these years, Pir Sultan composed poems that expressed the emotions of all Alevi communities, travelled to various regions, and carried out the necessary propaganda (Öztelli 1985, 14). The anticipation of the Shah—who was expected to liberate them from the economic and social pressures of the Ottoman state in peripheral regions—and the mixture of hope and despair during this period are reflected in the poet’s works. In his deyiş, he gave voice to the oppression, uprisings, and resistance faced by the Alevi community, who were the “Others” of their time.

In response to Hızır Pasha, who had come to Sivas as governor and said, “If you recite three deme in which the Shah’s name is not mentioned, I will pardon you,” Pir Sultan Abdal composed a deyiş that has carried the rebellion of that era to the present day; “his nefes have been passed down from generation to generation.” (Öztelli 1985, 16):

Hızır Paşa bizi berdar etmeden
Açılın kapılar Şah’a gidelim
Siyaset günleri gelip yetmeden
Açılın kapılar Şah’a gidelim

Before Hızır Pasha hangs us
Open the gates, let us go to the Shah
Before the days of punishment arrive
Open the gates, let us go to the Shah

Gönül çıkmak ister Şah’ın köşküne
Can boyanmak ister Ali müşküne
Pirim Ali, On İki İmam aşkına
Açılın kapılar Şah’a gidelim

The heart wishes to ascend to the Shah’s palace
The soul longs to be dyed in Ali’s musk
For the love of Pir Ali, for the Twelve Imams
Open the gates, let us go to the Shah

Due to its historical and social context, the poem has strong political and critical power. The identities and sides represented in the poem are positioned on the axis of oppressor–oppressed, insiders–outsiders. The hegemony of the central Ottoman power is felt over the Alevi community, whose symbolic values are “Pir Ali” and the “Twelve Imams,” and Shah Ismail, leader of the Iranian Safavid State, is seen as a means of salvation.

The dominant (national, ethnic, cultural, religious) majority can only accept the existence of a minority if that minority wholeheartedly accepts the dominant values and demonstrates a willingness to live according to the dominant rules. The minority will rush to please the rulers and try to win their favour; it will discover that the number of concessions demanded by the dominant group increases in proportion to their confidence that the minority has surrendered to their values and poses no threat of rebellion. The minority also learns that attempting to assert its own uniqueness in order to be seen as an equal partner backfires. In such cases, the minority either retreats into its own ghettos or changes its strategy in line with the model of symmetrical schismogenesis[1]. Whatever the choice, the likely outcome is a rupture in the relationship (Bauman 2013, 63–64).

Zygmunt Bauman’s framework of minority–majority relations manifested in different ways in the Alevi community both during the Ottoman period and the Republican era. To give an example in this context: with the proclamation of the Republic and the abolition of the Caliphate, all religious foundations—including Bektashi lodges—were closed. Although opposition to the Caliphate led to outcomes such as the closure of the Bektashi lodges, this was largely welcomed by Alevi communities. Because through this, they were able to gain constitutional rights in terms of official citizenship status and participation in public life (Gültekin 2023, 55–56).

The Historical Background of Deyiş

All ancient ceremonies and rituals are fundamentally nourished by two sources: word (mythos) and action. A ritual is essentially a set of codified behaviours and customs. Mythos, on the other hand, is the verbal transformation of the emotion and action of ritual (And 2003, 308). The Semah dances performed in Cem rituals, the Ashura (Ruz-i Qatl) on the tenth day of Muharram, and Ta’ziye traditions are examples of the mythos and rituals of Anatolian Alevi communities. All these mythos and rituals have been distilled from lived historical experiences. Since the Safavid period in Iran, the public’s emotional engagement with Muharram and the events of Karbala have had significant political and ideological implications for the state. Shah Ismail redirected the quest for vengeance for Imam Husayn into the realm of Sufism. To weep for Imam Husayn was believed to guarantee entrance into paradise. The shrines in Karbala and Najaf were also of deep interest to Sufi and Futuwwa orders. Throughout Muharram month, ceremonies were held with great reverence until the 20th and 28th of Safar (And 2022, 216). On the other hand, Alevism cannot be reduced to specific events in Islamic history. In other words, it would be unjust to reduce Alevism to certain historical incidents. Once it had completed its historical formation, Alevism transformed into a universal belief system and, in doing so, transcended history. This means: Alevism is not opposed to the Sunni approach because Imam Husayn was its advocate. On the contrary, it opposes institutional religion—religion that is manipulated by the state or worldly powers. Moreover, it stands against all such religions. In this context, it would not be incorrect to say that had Alevism developed in a society dominated by Catholicism, it would have opposed the institution of the Church and emperors crowned in the name of God, even if they had not spilled Imam Husayn’s blood (quoted in Poyraz 2007, 88–89).

Within the broader frame of mythos are tales, legends, deyiş, and epics—elements that constitute oral tradition. The importance of oral tradition in the transmission of culture is undeniable. Words and mythos, legends and deyiş have ensured the permanence of rituals, their transmission to the future, and the recording of the political and social conditions of the time. In every culture, âşıks and bards have acted as the spokespersons and interpreters of the people’s pain, injustices, fears. Their words and verses became collective values, passed from generation to generation. In the preface to Let My Friends Remember Me, a collection of Âşık Veysel’s deyiş, Sabahattin Eyuboğlu laments the erosion of folk poetry and deyiş in contemporary times, and expresses his thoughts as follows: “Think of Yunus Emre: he spoke seven hundred years before Abdülhak Hâmit. His words were never distributed to the people by the state in bookloads, nor did he enter the gates of fame and glory. Yet you can still find in him words as fresh as if spoken today, as if said by one of us—words so moving that they stir ears from university halls to village coffeehouses. Is Yunus a more skilful poet than Hâmit? Does he say truer, deeper things? No; but there is a fountain from which Yunus’s poetry has drawn, one that Hâmit inevitably remained distant from: the people’s fountain. The same fountain where Dante, Shakespeare, and Molière washed their words. Our poetry’s gradual departure from that fountain, along with our state, is a long story. Many gilded, barren fountains have made us forget it; and yet it has continued to flow far away, on its own, for the people, for the poor. And it still flows. Here is Âşık Veysel—, but now we are all standing at the fountain together.” (Veysel 2001, 10)

Deyiş constitute the broadest domain of folk poetry. Composed with syllabic metre, in quatrain form, and with rhyme, they are sung with melodies accompanied by the saz. Like epics, deyiş are products of the oral literature of Turkic peoples of Oghuz origin. From the 13th to 15th centuries, folk bards played a significant role in the development of ocaks and Sufi orders in Anatolia. Until the 15th century, poems composed in syllabic metre were performed by bards who travelled from tribe to tribe, playing the kopuz. In this tradition, which nurtured the linguistic masters Yunus Emre, Sait Emre, Kaygusuz Abdal, and Abdal Musa Sultan, the 15th century also saw figures such as Hacı Bayram Veli and Eşrefoğlu Rumi; the 16th century gave rise to Kul Mehmet, Öksüz Dede, and Azmi Dede, as well as the immortal Pir Sultan Abdal and Hatayi. Later centuries brought forth renowned bards such as Karacaoğlan, Gevheri, Kuloğlu, Dertli, Emrah, Bayburtlu Zihni, Seyrani, Ruhsati, and many others (Şimşek 1996, 19). Folk poetry is written in pure Turkish, though over time it has incorporated words from Arabic and Persian. Transmitted orally, not in writing, the ritual of becoming a folk bard is described in Mehmet Şimşek’s research: according to a widespread belief, âşıks drink the dolu (blessed drink) from the hand of a Pir. This event marks the bard’s awakening. A beloved is also shown to them, and the bard burns with love for this imagined figure, wandering from land to land in search. Some receive their mahlas (pen name) during this time. During the drinking of the bade (dolu), it is said that knowledge previously unknown is taught to the âşık. Those who drink the bade are, according to tradition, called “folk âşıks.” This act of drinking often occurs during sleep (Şimşek 1996, 20).

The deyiş recited extemporaneously by the zakir during Cem ceremonies gives voice to the philosophical heritage and codes of Alevi-Bektashi thought. Depending on their subject, these poems are classified as deyiş, nefes, mersiye, semah, düvaz, and miraclama. These poetic forms—whose foundations go back to the 13th century—draw their philosophical background from Yunus Emre’s understanding of Sufism (Gölpınarlı 2017, 7). Rhythmic repetition, melodic motifs, recurring phrases, and the unity of music and word play a key role in making deyiş an expression channel of spiritual depth. In this framework, music is essential for the teachings and traditions that express divine love, the doctrine of unity, and the soul’s spiritual journey to be sustained in a vibrant, dynamic, and effective cultural terrain (Soylu Bağçeci, Şenol Atıcı 2022, 21). Although the oppositional line developed through Alevi songs and deyiş brought with it persecutions such as the executions of Hallâc-ı Mansûr and Pir Sultan Abdal, deyiş have managed to survive in full vitality. The Alevi-Bektashi use of music—especially in religious activity—was perceived by orthodox clergy as heresy and blasphemy. Such views were often expressed without even the attempt to restrain anger. The 18th-century poet Dertli received the following command from the kadi of Beypazarı due to his love of music: “Go and break your saz, for it contains the devil—it is forbidden to play.” Dertli responded in the way he knew best (quoted in Poyraz 2007, 121):

Telli sazdır bunun adı
Ne ayet dinler de de kadı
Bunu alan anlar kendi
Şeytan bunun neresinde

This is called the stringed saz,
Neither verse nor judge it obeys.
Whoever takes it, understands—
Tell me, where’s the devil in this?

Venedik’ten gelir teli
Ardıç ağacından kolu
Be Allah’ın sersem kulu
Şeytan bunun neresinde

The string comes from Venice,
Its neck is made of juniper.
O foolish servant of God—
Tell me, where’s the devil in this?

In fact, though Alevism has been ignored throughout the history of the Turkish Republic, Alevi music, in a sense, could not be ignored. Even though no state institution dared utter the word Alevi for much of the Republic’s history, the broadcasting of Alevi music on TRT radio could not be fully prevented—despite some restrictions. Because of its scope and significance within Anatolian music, ignoring or erasing Alevi music was not feasible. Once one understands that seven out of every ten folk songs are of Alevi origin, it becomes clear why the strict prohibitions enforced in other institutions could not be applied—nor sustained—at TRT (Poyraz 2007, 134). Muzaffer Sarısözen and later Nida Tüfekçi fulfilled their intellectual duty in collecting, transcribing, and transmitting deyiş—the voice of the Anatolian Alevi people—faithfully, while preserving their originality.

The Semantic Universe of Deyiş and Examples

Folk poetry constitutes the building blocks of a cultural universe woven with both literal and metaphorical meanings. It plays a central role in representing a society, expressing itself, forming its cultural codes, articulating its critical political stance, and conveying its philosophy. Within this same framework, deyiş are the musicalised form of folk poetry, embedded with layers of deep meaning and symbolic expression. They reflect the Alevi community—a community influenced by various religions, cultures, and philosophies—and show variations according to region and ocak. Hermeneutic engagement is an effective method used in many religious and belief systems to reveal a consciousness of being embedded with hidden messages within theological texts. Transcendent knowledge becomes categorically integrated through the linguistic transmission of metaphysical meanings in such fields as divine knowledge, belief systems, philosophical depth, and artistic or moral values (Tokat, quoted in Soylu and Atıcı 2022, 22).

It is possible to say that deyiş, which were once uttered in low volume with a single bağlama out of fear that locals might overhear and report them to state authorities during periods of oppression, have evolved into expressions of identity with the increasing visibility of the Alevi community and its representation in society. Today, Alevi music and deyiş have established themselves in the public sphere. Poets such as Âşık Veysel, Ruhi Su, Arif Sağ, Emre Saltuk, Ali Ekber Çiçek, and Mahzuni Şerif have played key roles in carrying deyiş into the present day.

In general, deyiş can be exemplified across the following layers of meaning:

Deyiş Reflecting Alevi-Bektashi Philosophy

These are poems that convey the core philosophy of Alevism, the principles of the path (yol), and what must be accepted by those who wish to follow it (Talip), such as not lying, knowing the three hundred and sixty-six erkân, memorising the forty stations, accepting the truth that “the moon is Ali, the sun is Muhammad,” and believing in the saints. Among these deyiş, Devriye[2] hold a special place. One sees that Shah Ismail Hatayi addressed and developed these rules, and articulated them most extensively in his deyiş. Many of Hatayi’s well-known deyiş narrate the rules of Alevism. According to Alevi belief, the path consists of 366 rules, of which only eight pertain to religion. The rest deal with human relations. Thus, Alevism becomes, in its full sense, an institution aimed at worldly happiness.

İmam Cafer kullarıyız,
Sohbetimiz nihan olur.
Ölmeden evvel ölürüz,
Can cana vasıl can olur.

We are the servants of Imam Ja’far,
Our conversation remains hidden.
We die before death,
The soul unites with the soul, becomes soul.

Budur evvel, budur âhir,
Bundadır mahabbet mihir,
Küfür, her mezhepte küfür,
Küfür bunda iman olur.

This is the beginning, this is the end,
In this lies love and affection.
Blasphemy is blasphemy in all sects,
But here, blasphemy becomes faith.

Bunda kibr ile kin olmaz,
Hem sen olup hem ben olmaz,
Âdem öldürsen kan olmaz,
Nefes öldürsen kan olur.

Here, there is no pride or hatred,
There is neither you nor me,
If you kill Adam, no blood is shed,
If you kill breath, it becomes blood.

İmam kulları dirilir,
Erkân muhabbet sürülür,
Mahşer sorgusu sorulur,
Bunda Âli divan olur.

The servants of the Imam are resurrected,
The erkân is carried with love,
The questioning of Judgement Day is asked,
Here, Ali’s court convenes.

Şeraben tahur içilir,
Müşkül hal olur seçilir,
Şol kan işlerden geçilir,
Erenler mürvet kân olur.

Purified wine is drunk,
Difficult states are resolved,
Those bloodied affairs are transcended,
The saints become mines of virtue.

İmam kulları yolu hak,
Derdine derman iste tek,
Üç yüz altmış altı uğrak
Sekizi usul din olur.

The path of Imam’s servants is true,
Seek the cure to your pain only there,
Of three hundred and sixty-six stations,
Only eight are the principles of religion.

Şah Hatai dir candayım,
Hak divanı günündeyim.
Sen sendesin, ben bendeyim
Ne sen olur ne ben olur.

I am Shah Hatayi, present in soul,
I stand on the day of Truth’s court.
You are with you, I am with me,
There is neither you, nor me. (Birdoğan 1994, 413)

The unity of human with nature and the cosmos, the search for the Divine both within that unity and in the smallest unit that constitutes that whole, can be seen in the sayings of Âşık Veysel, which blend the dialectical cycle with Alevi-Bektaşi philosophy:

Aslıma karışıp toprak olunca
Çiçek olur mezarımı süslerim
Dağlar yeşil giyer bulutlar ağlar
Gökyüzünde dalgalanır, seslenirim

When I merge with my essence and become soil,
I become flowers and adorn my grave.
The mountains dress in green, the clouds weep,
I wave in the sky, I call out.

Ne zaman toprakla birleşir cismim
Cümle mahluk ile bir olur ismim
Ne hasudum kalır ne de bir hasımım
Eski düşmanlarım olur dostlarım

Whenever my body unites with the soil,
My name becomes one with all creatures.
I have neither envy nor an enemy,
My former foes become my friends. (Veysel 2001, 33)

In this same vein, these lines by the folk poet Hacı Bektaş Veli (1352–1429) express the essence of Alevi philosophy and the search for the self:

Hararet nardadır sac’da değildir
Keramet baş’dadır taçta değildir
Her ne arar isen kendine ara
Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir

Heat is in the fire, not on the stove,
Miracle is in the head, not in the crown.
Whatever you seek, seek it in yourself—
It is not in Jerusalem, Mecca, or the Hajj.

Sakin ol, kimsenin gönlünü yıkma
Gerçek erenlerin izinden çıkma.
Eğer adam isen ölmezsin korkma
Aşığı kurt yemez, Uc’da değildir

Be calm, do not break anyone’s heart,
Do not stray from the path of true saints.
If you are a true human, do not fear death—
The aşık is not devoured by wolves, nor found in exile. (Şimşek 1996, 40)

A deyiş by Pir Sultan Abdal also touches on the theme of transcending this world, returning to essence, conquering the self, and becoming one with the universe and the Divine:

Aşk harmanında savruldum
Hem elendim hem yuğruldum
Kazana girdim kavruldum
Meydana yetmeğe geldim

I was scattered in the harvest of love,
I was sifted and kneaded.
I entered the cauldron and was roasted,
I have come forth to stand in the square.

Ben Hakk’ın ednâ kuluyum
Kem damarlardan beriyim
Ayn-ı Cemin bülbülüyüm
Meydana ötmeğe geldim

I am the humblest servant of Truth,
I am free of corrupted veins.
I am the nightingale of the Ayn-ı Cem,
I have come forth to sing in the square.

Pir Sultan’ım der gözümde
Hiç hata yoktur sözümde
Eksiklik kendi özümde
Dârına durmağa geldim

I am Pir Sultan, I say with my eyes,
There is no fault in my words.
The shortcoming is in my own essence,
I have come to stand at your dâr. (Öztelli 1985, 283)

The following deyiş, which deals with the concept of ‘Human’ as defined by Kaygusuz Abdal’s ‘Adam’ metaphor, can also be cited as an example of Alevi philosophy:

Bu Âdem dedikleri, el ayakla baş değil
Âdem manaya derler, Suret ile kaş değil
Gerçi et ü deridir, cümlenin serveridir
Hakk’ın kudret sırrıdır, Gayre bakmak hoş değil

This Adam they speak of is not just hands, feet, and head,
Adam refers to meaning, not to form or brow.
Though flesh and skin, he is the leader of all—
He is the mystery of God’s power; it is unwise to look elsewhere.

Âdem odur ey hoca, Gıdası mâna ola
Maksud Âdemden ahi, hayal ile düş değil
Bu Kaygusuz Abdal’a Âşık demen dünyada
Nakş ü sırat gözetir, maksudu nakkaş değil

Adam is the one, O teacher, whose nourishment is meaning.
The purpose of Adam is not fantasy or dream.
If you call this Kaygusuz Abdal an Âşık in the world,
He observes design and path—not the craftsman. (Şimşek 1996, 191)

Deyiş Expressing Rebellion and Suffering

As an example of deyiş reflecting the spirit of resistance and rebellion in Alevi philosophy—often ignored, denied, or reshaped into “acceptable” forms by official ideology—we may cite the verses of Muhyittin Abdal, a tekke bard believed to have come from a Yörük Türkmen family in the 16th century:

Zâhid bize ta’n eyleme Hakk ismin okur dilimiz
Sakın efsâne söyleme Hazret’e varır yolumuz
Halvetî yolun güderiz çekilir Hakk’a gideriz
Gazâ-yı ekber ederiz İmâm Ali’dir ulumuz

O ascetic, do not condemn us—our tongue recites the name of Truth.
Do not speak fables—our path leads to the Exalted.
We follow the Halveti path, we withdraw and proceed to Truth,
We wage the greater jihad—our elder is Imam Ali.
(…)

Sayılmayız parmak ile tükenmeyiz kırmak ile
Taşramızdan sormak ile kimse bilmez ahvâlimiz
Muhyî sana olan himmet ‘âşık isen câna minnet
Elif Allah mim Muhammed kisvemizdedir dâlimiz

We are not counted on fingers, nor are we exhausted by breaking.
No one knows our condition by asking of the outskirts.
Muhyi, the grace to you—if you are a âşık, be grateful with your soul.
Elif is Allah, Mim is Muhammad—our cause is in our garb. (Dil beyti 2025)

Also, within this context, we may offer a deyiş by Seyyid Nesimi, one of the major poets of Alevi-Bektashi culture, who lived from the late 14th to early 15th century:

Ben yitirdim, ben ararım, yar benimdir kime ne
Gah giderim öz bağıma gül dererim kime ne
Gah giderim medreseye ders okurum Hak için
Gah giderim medreseye dem çekerim kime ne

I lost, I search—my beloved is mine, what’s it to anyone?
At times I go to my own garden, pluck roses—what’s it to anyone?
At times I go to the madrasa, study lessons for the sake of Truth,
At times I go to the madrasa, sip wine—what’s it to anyone?

Kelb rakip haram diyormuş şarabin bir katresine
Saki doldur, ben içerim, günah benim kime ne
Ben mekamet gömleğini deldim, taktim eğnime
Ar-u namus şişesini tasa çaldım, kime ne

A jealous dog says wine is forbidden, even a drop of it,
Cupbearer, pour! I will drink—the sin is mine, what’s it to anyone?
I tore the garment of shame, donned it on my shoulders,
I shattered the bottle of honour and virtue on the stone—what’s it to anyone?

Ah Yezid, seccadeni al yürü mescid yoluna
Pir esiği benim kâbem kıblegâhım kime ne
Gah çıkarım gökyüzüne hükmeder kaftan kafa
Gah inerim yeryüzüne yar severim kime ne

Oh Yazid, take your prayer mat and head to the mosque,
The threshold of the Pir is my Kaaba, my direction—what’s it to anyone?
At times I ascend to the skies, wearing the robe of command,
At times I descend to the earth and love my beloved—what’s it to anyone?

Kelp rakip böyle diyormuş güzel sevmek pek günah
Ben severim sevdigimi, günah benim kime ne
Nesimi’ye sordular, yarin ile hoş musun
Hoş olayım, hoş olmayım, o yar benim, kime ne

That jealous dog says loving the beautiful is a great sin—
I love whom I love—the sin is mine, what’s it to anyone?
They asked Nesimi, are you happy with your beloved?
Whether I am or not, the beloved is mine—what’s it to anyone? (Alevi Haber 2025)

Pir Sultan Abdal, who lived during a time of intense economic and social pressure on the periphery by the Ottoman central state and who witnessed the Celali Uprisings, voiced his resolute stance against oppression and the importance of organisation in struggle through this renowned deyiş:

Uyur idik uyardılar
Diriye saydılar bizi
Koyun olduk ses anladık
Sürüye saydılar bizi

We were asleep—they woke us,
They counted us among the living.
We were sheep—we understood the call,
They counted us part of the flock.

Sürülüp kasaba gittik
Kanarayı mesken tuttuk
Canı Hak’ka teslim ettik
Ölüye saydılar bizi

We were driven, sent to towns,
Made the outskirts our dwelling.
We gave our souls to God,
They counted us among the dead.

Pir defterine yazıldık
Hak divanına dizildik
Bal olduk şerbet ezildik
Doluya saydılar bizi (…)

We were written in the Pir’s register,
We lined up before God’s court.
We became honey, pressed as sherbet,
They counted us among the full cup. (…) (Boratav and Gölpınarlı 1943, 91–92)

From lived historical and social experiences to the present, deyiş have survived. One example comes from Dedemoğlu, a 17th-century âşık about whom little is known:

Çıktık Horasan’dan sökün eyledik,
Düşürdüler bizi tozlu yollara,
Omuzda parlayan kargı cidalar,
Aşırdılar bizi karlı dağlara,

We set out from Khorasan,
They dragged us down dusty roads.
Spears and lances glinted on our shoulders,
They carried us over snowy mountains.

Bölük bölük oldu yüklendi göçler,
Atlandı kocalar, yayandır gençler,
Başımıza geldi görülen düşler,
Göçürdüler bizi gurbet ellere.

The migrations came in divisions,
Elders rode, the young walked.
Dreams once seen now befell us,
They drove us to foreign lands.

Gâhi konduk, gâhi göçtük yollarda,
Bilip bilmediğin gurbet ellerde
Âlem dağlarından şu daz çöllerde,
Halim destan olsun bütün dillere.

At times we settled, at times we moved on roads,
In foreign lands, known or unknown.
From the mountains of the world to these barren deserts,
Let my tale become legend in all tongues.

Oradan yüklendik geldik Culab’a
Seksen dört bin erdir gelmez hesaba,
Deve, koyun çoktur insan kalaba,
Susuz hayvan inileşir göllere.

From there we departed, came to Culab,
Eighty-four thousand warriors beyond reckoning.
There were many camels and sheep, a throng of people,
Thirsty animals cried toward the lakes.

Dedemoğlu der ki aşkın bağından,
Aşırdılar bizi Yozgat dağından.
Anadolu Sivas şehri sağından,
Bizden sonra bu nam kalsın illere

Dedemoğlu says, from the garden of love,
They took us away from the mountains of Yozgat.
From the right of Sivas city in Anatolia,
Let this name remain in the lands after us. (Birdoğan 1994, 410–411)

Kul Nesimi, an Azeri-origin tekke poet who lived in 17th-century Anatolia, has no known birth or death dates. His poetry reflects traces of Hurufism, Ja’farism, and Haydarism. It is believed he was prosecuted and eventually executed for taking a pro-Safavid stance in the Ottoman–Safavid conflict and expressing it in his poetry (Cited in Çaylak & Kaymal 2020, from Kuzucu).

Har içinde biten gonca güle minnet eylemem
Arabi farisi bilmem, dile minnet eylemem
Sırat-i müstakim üzre gözetirim rahimi
İblisin talim ettiği yola minnet eylemem

I do not bow to the rose that blooms in fire,
I do not know Arabic or Persian, nor revere language.
I walk the straight path, watch for the Merciful,
I do not revere the path taught by the Devil.

Bir acaip derde düştüm herkes gider karına
Bugün buldum bugün yerim, hak kerimdir yarına
Zerrece tamahım yoktur şu dünyanın varına
Rızkımı veren Hüda’dır, kula minnet eylemem

I fell into a strange pain, all chase profit,
Today I found, today I eat—Truth is generous for tomorrow.
I have no greed for this world’s possessions,
My sustenance comes from God—I do not bow to man.

Oy Nesimi, can Nesimi ol gani mihman iken
Yarın şefaatlerim Ahmed-i Muhtar iken
Cümlenin rızkını veren ol gani settar iken
Yeryüzünün halifesi hünkara minnet eylemem

Oh Nesimi, dear Nesimi, while you are a noble guest,
Tomorrow, while my intercessor is Ahmed-i Muhtar
While the Generous One gives all their sustenance,
I do not bow to the sovereign, caliph of the earth.

Deyiş of Devotion to the Murshids, the Guiding Figures of Alevi-Bektashi Tradition

Hacı Bektaş Veli is a highly significant figure for the Alevi faith. He is known as the one who brought the love of the Ehl-i Beyt to Anatolian lands. He witnessed the Mongol raids, the devastation and plunder of Anatolia during his lifetime. The title Veli granted to Hacı Bektaş of Khorasan stems from his commitment to the spiritual heritage descending from Hz. Ali. He is referred to as the “main fountain of saints” and the “sovereign of the velis” (Şimşek 1996, 39). In this context, many deyiş by our poets such as Pir Sultan Abdal, Hatayi, Emrah, and Beratî can be cited.

Sensin bizim zahir batın ulumuz
Aman medet Mürvet Pir Hacı Bektaş
Her taraftan sana çıkar yolumuz
Ali’sin bir adın var Hacı Bektaş

You are our master, both in outward and inward
Mercy, help us, Gracious Pir Hacı Bektaş
From every direction, our paths lead to you
You are Ali, one of your names is Hacı Bektaş

Seni sevdik, senden yana yıkıldık
Münkirlerin keserinden sıkıldık
Her birimiz künc-i famda tıkıldık
Yetiş bu imdada er Hacı Bektaş

We loved you, we leaned toward you
We tired of the blade of the deniers
Each of us is trapped in the corner of the mouth
Come to our aid, O Hacı Bektaş

Pir Sultan Abdal’ım sana dayandım
Uyur idim himmetinle uyandım
Hep isteyenlere verdin inandım
Benim de muradım ver Hacı Bektaş

I, Pir Sultan Abdal, leaned on you
I was asleep, I awoke with your grace
You gave to all who asked—I believed
Grant my wish too, Hacı Bektaş (Şimşek 1996, 42)

Let us conclude this heading with an example from Hatayi’s deyiş:

Gece gündüz hayaline dönerim
Bir gece rüyama gir Hacı Bektaş
Günahkârım günahımdan bezerim
Özüm dara çektim sor Hacı Bektaş

Day and night I turn to your vision
Appear in my dream one night, Hacı Bektaş
I am a sinner, I grow weary of my sins
I brought myself to judgment—ask me, Hacı Bektaş

Derdimin dermanı yaremin ucu
Dört güruh mevcuttur, Guruh-i Naci
Belinde kemeri başında tacı
Yüzünden balkıyor nur Hacı Bektaş

The remedy for my pain, the edge of my wound
Four groups exist—Guruh-i Naci
With belt on the waist, crown on the head
Light beams from your face, Hacı Bektaş

Yandı bu garip kul nedir çaresi
Yine tazelendi yürek yaresi
Onulmaz dertlere derman olası
Bu senin bendindir sar Hacı Bektaş

This poor servant burns—what is the remedy?
Once again, the wound in the heart has been renewed
Be the remedy for these incurable sorrows
I am yours—embrace me, Hacı Bektaş

Dedimend Hatayi eyler niyazı
Ulu Pir katardan ayırma bizi
Yarın mahşar günü isterem sizi
Muhammed önünde car Hacı Bektaş

The Dedimend Hatayi offers his plea
Great Pir, do not cast us out of the caravan
On the Day of Judgement, I seek you
In front of Muhammad—intercede, Hacı Bektaş (Şimşek 1996, 43)

Kaygusuz Abdal, one of the poets of the 14th–15th centuries, often refers in his deyiş to Khorasan, which they were forced to leave. The following deyiş of Kaygusuz Abdal relates to the life of his murshid, Abdal Musa:

Beylerimiz Ablan Göl’ün üstünde
Ağlar gelir “Şahım Abdal Musa’ya.
Urum abdalları postu eğninde
Bağlar gelir “Şahım Abdal Musa’ya.

Our gentelmen above Lake Ablan
Weep as they go to Shah Abdal Musa
The Rum abdals, with cloaks on their shoulders
Bind themselves as they go to Shah Abdal Musa

Urum abdalları gelir dost deyi,
Eğnimizde aba, hırka post deyi,
Hastaları gelir derman isteyi,
Sağlar gelir “Şahım Abdal Musa’ya.

The Rum abdals come and call him friend
On our shoulders, cloaks and coarse garments
The sick come seeking healing
The sound go to Shah Abdal Musa (Birdoğan 1994, 410)

Deyiş Whose Critical Political Power Derives from Irony:

These deyiş, also known as Şathiyyat-ı Sofiyane or Taşlama, are poems that critically examine contradictions within common beliefs, the flaws or absurdities observed in others, and the misfortunes of fate through subtle irony. Through satire and irony, they vividly portray the injustices of social life, the moral decline of the world, degeneration, and bigotry. Gevheri, Kaygusuz Abdal, and Dertli are among the poets who produced many poems in this style. For example, Dertli expresses his old age and the misfortunes he faces in the following lines (Birdoğan 1994, 420):

Girdab-ı mihnette kapandın kaldın.
Vermedin bir yandan ses kara bahtım
Anladım gafilsin, uykuya daldın,
Deli poyraz gibi es kara bahtım

You were trapped in the whirlpool of hardship
You gave no voice—O my dark fate!
I understood you are heedless, fallen asleep,
Blow like a mad north wind, O my dark fate!

Alemde bir candan korkulmaz iken,
Pençenden kimseler kurtulmaz iken,
Aslana, kaplana yırtılmaz iken,
Dedirdin tilkiye “pes” kara bahtım.

While one needn’t fear a single soul in the world,
No one escapes your grip,
Even lions and tigers would not be torn apart,
But you made even the fox say “enough,” O my dark fate!

Dertli’ye çıkar mı bu işin ucu,
Şimdi fark eden yok altunu, tuncu.
Evvel beğenmezdin mesti, pabucu
Verdiğin çarığa mesh kara bahtım.

Shall Dertli ever find a way out of this?
No one now discerns the gold from bronze.
Once you’d scorn the boot and the shoe,
Now you sanctify the sandal, O my dark fate!

Kaygusuz Abdal, a poet from the 15th century who followed the style of Yunus Emre, wrote poems both in syllabic meter and in prosody. He transformed humour and irony into sharp political critique, producing richly layered poetry. Kaygusuz Sultan Divanı, Dolab Nâme, and Budala Nâme are among his major works.

Yamru yumru söylerim, her sözüm kelek gibi
Ben avare gezerim, sahrada leylek gibi
Terk etmedim benliği, bilmedim insanlığı
Suretim âdem veli, her huyum eşek gibi
Ârifler sohbetinde, marifet söyleseler
Ben de hemen düşünmem, ürerim köpek gibi
Bu marifet ilminden, haberim yok cahilim
Benden mana sorsalar, sözlerim sürçek gibi
Miskin Sarayi kıydın, kul oldun sen nefsine
Senin hırs u hevesin, tutu seni fak gibi

I speak twisted and crooked, every word of mine is absurd
I wander aimlessly, like a stork on the plain
I have not abandoned ego, I have not understood humanity
My appearance is human, but all my ways are like a donkey
In the gathering of wise ones, when they speak of knowledge
I do not reflect, I bark like a dog
Of this science of insight, I know nothing, I am ignorant
If asked about meaning, my words are hollow
You crushed Miskin Sarayi, you became a slave to your own desire
Your greed and craving consumed you like a leech (Şimşek 1996, 191)

Conclusion

The expressive forms of Alevi oral culture—nefes, duvaz, semah, and deyiş—are performed spontaneously by the zakir during Cem rituals, accompanied by the saz. The knowledge embedded in the community’s collective memory is transmitted through shared concepts familiar to that memory, thus reinforcing the sense of unity among individuals.

As a result of political and historical conditions, Alevi peoples, who have been othered in various ways by the dominant Sunni population, have sustained their beliefs, traditions, and philosophy through poetry and deyiş. Just as in all societies where existence has required rebellion and every rebellion has been violently suppressed, within Alevi-Bektashi culture, songs and deyiş have served both as acts of resistance and as means of expressing their belief system. The deyiş and songs used as a line of resistance and a vehicle for conveying the Alevi philosophy also serve as the voice of their history. When the verses are examined, they reveal a deep-rooted history and lived experience. Deyiş are the composed form of folk poetry of the Alevi community, influenced by many religions, cultures, and philosophies, containing layers of meaning and symbolic expressions that vary by region and ocak. Deyiş addressing political, social, and historical conditions contain, in this respect, a critical political essence. For Alevi communities—who view all living beings and nature as reflections of the Divine, and therefore refrain from violence—deyiş have become symbols of rebellion and a way to preserve their identity. In conditions where opposition and taking sides were necessary, ozans did not abandon the defence of truth, and some were punished by death for it. Alevi philosophy, which views the origin of existence through the concept of love, has set as its principle reaching the insan-ı kâmil—the self-aware human who takes responsibility for their actions—in opposition to any understanding of power that positions itself between God and human. The deyiş and Alevi music, whose roots we have attempted to reach here, have become the essential carriers of Alevi-Bektashi identity.

Evaluating deyiş in light of Yalçınkaya’s observation that Alevism is in constant construction, it is evident that their words remain relevant today, embodying a philosophical and universal essence capable of addressing contemporary social conflicts. While Alevi-Bektashi deyiş bear the influence of Sufism, they reflect Alevi-Bektashi erkân and beliefs, express respect and love for revered figures, mirror historical suffering and social anger, and transform irony and humour into the striking force of political critique. Deyiş express the responsiveness of a community that lacks official status, is ignored by authorities, unrecognised, and marginalised. Until the late Ottoman period, Alevi music—except for the regional travels and performances of itinerant âşıks—was prohibited from being played or sung publicly. With the proclamation of the Republic, policies of pressure and denial over Alevi communities continued. Nonetheless, the community’s growing self-expression on various platforms, the changing global context, the expansion of communication networks, and the recognition of Alevi music as a fundamental motif of Anatolian culture have brought Alevi music into public view. Deyiş, once recited only during Cem rituals, are now performed in all venues and continue to carry Alevi identity.

Due to their socially and politically critical stance, deyiş have come to express social opposition and standing with the just. As the Milesian philosopher Thales once said: “Those who create the songs of the people are more powerful than those who make their laws.”

References & Further Readings

And, Metin. Oyun ve Bügü Türk Kültüründe Oyun Kavramı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2002.

And, Metin. Ritüelden Drama Kerbelâ-Muharrem-Ta’ziye. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2022.

Bauman, Zygmunt. Sosyolojik Düşünmek. (Çev. A. Yılmaz). İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2013.

Birdoğan, Nejat. Anadolu’nun Gizli Kültürü Alevilik. İstanbul: Berfin Yayınları, 1994.

Boratav, P., Naili ve Gölpınarlı, Abdülbaki, Pir Sultan Abdal. Ankara: Ankara Üniversitesi DTCF Yay, 1943.

Çaylak, A., Kaymal, C.  Alevilikte muhalif dil ve söylem: Alevi türkü ve deyişleri üzerine bir analiz. KAÜİİBFD, 11(22), 2020, s. 1075-1106.

Gölpınarlı, Abdülbaki. Alevi Bektaşi Nefesleri. İstanbul: İnkılap Kitapevi, 2017.

Gültekin, Ahmet K., Suvari, Çakır C., Türkiye’nin Etno-Kültürel Ötekileri. (İngilizceden Çev. E. Boz). Ankara: Koyusiyah Yayıncılık, 2023.

Güray, Cenk. Bin Yılın Mirası Makamı Var Eden Döngü: Edvar Geleneği. İstanbul: Pan Yayıncılık, 2012

Kearney, Richard. Yabancılar, Tanrılar ve Canavarlar Ötekiliği Yorumlamak (Çev. B. Özkul). İstanbul: Metis Yayınları, 2012

Öztelli, Cahit. Pir Sultan Abdal Bütün Şiirleri. İstanbul: Özgür Yayın Dağıtım, 1985.

Poyraz, Bedriye. Direnişle Piyasa Arasında: Alevilik ve Alevi Müziği. Ankara: Ütopya Yayınevi, 2007.

Soylu Bağçeci, Funda ve Atıcı Şenol, Mine. Kentleşen Alevilik Değişen Cem Ritüelleri ve Müzik. Ankara: Anı Yayıncılık, 2022.

Şimşek Mehmet. Dede Korkut ve Ahmed Yesevi’den Günümüze Uzanan Alevi Ozanlar. İstanbul: Can Yayınları, 1996.

Tokat Latif. Dinin Sembolik Dili. Milele ve Nihal İnanç Kültür ve Mitoloji Araştırmaları Dergisi, 2009, s.76.

Veysel, Âşık. Dostlar Beni Hatırlasın. İstanbul: İnkılâp, 2001.

Dilbeyti. “Dilbeyti. “Güfteler.” https://dilbeyti.com/gufteler/zahid-bize-tan-eyleme (Erişim tarihi: 02.05.20025)

Alevi haber. “Alevi haber. “Seyyid Nesimi Deyişleri.” https://www.alevihaber.com/seyyid-nesimi-deyisleri-ve-hayati-41374h.htm (Erişim tarihi; 02.05.2025)

Vikikaynak. “Vikikaynak.” Son güncelleme 25 Mayıs 2025. https://tr.wikisource.org/wiki/Âşıklara_din_ne_hacet

Endnotes:
  1. Gregory Bateson defined schismogenesis as a chain of action and reaction in which hostile attitudes intensify by effectively encouraging the opponent, thereby reinforcing one’s own justification.
  2. Devriye: In Sufi thought, a being that falls into the “realm of the unseen” (gayb)—that is, into the material world—first appears in the form of cemmat (inanimate beings), then as plant, then as animal, and finally as human. Having passed through these four elements, the human being develops a desire to become aware of and reach the ultimate truth. From there, they gradually ascend until they reach Hakk, that is, God. The final stage before union is insan-ı kâmil, the stage of the most mature human being. Only after this does one return to one’s origin. This is a kind of descent and ascent. Poems that deal with these themes are called devriye (Birdoğan 1994, 425).

Retour en haut
[working_gallery]