Tertele

Date Published: July 2, 2025
Özet
Dersim 1937-38 kırımı, yalnızca bir bölgesel askeri harekât değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin erken dönem ulus-devlet inşası sürecinde “öteki” olarak kodladığı etno-dinsel kimliklere yönelik sistematik bir şiddet politikasıdır. Cumhuriyet rejiminin kuruluşundan itibaren izlediği demografik mühendislik, asimilasyon ve zorunlu göç politikaları, Dersim Katliamı’nın tarihsel zeminini oluşturur. Dersim özelinde gerçekleştirilen bu müdahale, Alevi-Kürt kimliğini hem fiziksel hem de kültürel düzlemde ortadan kaldırmaya yönelik bir girişimdir.

Tarihsel-Politik Arkaplan

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş süreci, modernleşme, merkezileşme ve ulus-devlet inşası hedefleri doğrultusunda şekillenmiş; bu hedefler, Anadolu, Lazistan ve Kürdistan’ın çoketnili, çokdilli ve çokinançlı yapısını dönüştürmeye yönelik bir dizi radikal uygulamayı beraberinde getirmiştir. Bu süreçte, Osmanlı’nın çok milletli yapısının miras bıraktığı etnik ve dinsel farklılıklar, yeni rejim tarafından bir “sorun” olarak değerlendirilmiş; “makbul vatandaş” tanımı, esasen Türk, Sünni ve laik kimlik etrafında inşa edilmiştir. Bu bağlamda, Müslüman olmayan unsurlar, özellikle Ermeniler, Rumlar ve Süryaniler 1915 Ermeni Soykırımı, 1923 Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi ve 1942 Varlık Vergisi gibi uygulamalarla sistem dışına itilmiş; Müslüman olan ancak etnik veya mezhepsel olarak farklılık arz eden Kürtler ve Aleviler ise asimilasyon, iskân ve bastırma politikaları ile homojenleştirilmek istenmiştir. (Bozarslan, 2009.)

Bu çerçevede, Dersim bölgesi, hem Kürt hem Alevi kimliğini bir arada barındırması ve merkezi otoriteyle tarihsel olarak mesafeli ilişkileri nedeniyle Cumhuriyet rejiminin hedef alanlarından biri haline gelmiştir. Coğrafi olarak izole yapısı, aşiret ilişkilerinin güçlü varlığı ve heterodoks inanç sistemi nedeniyle Dersim, devlet aklı açısından “ıslah edilmesi” gereken bir alan olarak kodlanmıştır. 1925’teki Şeyh Said İsyanı sonrasında hazırlanan Şark Islahat Planı, doğrudan bu bölgeyi ve benzer yapıdaki coğrafyaları hedef almış, Kürtlerin zorunlu iskânı, Kürtçenin yasaklanması, Aleviliğin görünmez kılınması ve yerel sosyal yapıların parçalanması gibi politikaları içermiştir (Bayrak 1993; Yayman 2004). Plan, “doğu illerinde Kürtlüğün ve Aleviliğin izlerinin silinmesi”ni ve bu bölgelerin “Türk kültür dairesine dahil edilmesi”ni temel hedef olarak belirlemiştir. İsmet İnönü’nün “Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır” (Bayrak 1993, 526) sözü, ulus-devlet anlayışının merkezinde yer alan asimilasyon fikrinin bir ifadesidir.

Dersim’e yönelik askeri ve idari planlamaların sistematik biçimde hazırlandığı ve yıllar süren bir sürecin sonunda uygulamaya geçirildiği arşiv belgeleri ve dönemin resmi raporlarından açıkça anlaşılmaktadır. “Dersim gittikçe Kürtleşiyor, mefkureleşiyor, tehlike büyüyor. Dersim, hükûmeti Cumhuriyet için bir çıbandır. Bu çıban üzerinde kati bir ameliye ihtimalatı elimeyi önlemek, selameti memleket namına farzı ayindir” diye yazan1926 tarihli Hamdi Bey Raporu’nu Kaya’nın raporu takip eder. Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya 1931’de hazırladığı raporda, Dersim’de açılacak mektepler ile Dersimlileri daha medeni hale getirmeyi önermiştir. Kaya’ya göre medenileşmeyle beraber Dersimlileri Türklüğü yaklaştırmak ve kendilerini aslen Türk olduklarını sanacak bir öğretim verilmelidir. Bu da Mektepler vasıtası ile gerçekleştirilmelidir.[i] 1930’larda Fevzi Çakmak tarafından hazırlanan değerlendirmeler, 1935’te çıkarılan 2884 sayılı Tunceli Kanunu ve Diyarbakır’da Birinci Umum Müfettişliği yapan Abidin Özmen raporları, bölgenin “ıslahı” için yürürlüğe konulan devlet politikalarının altyapısını oluşturmuştur (Koçgiri 2011; Göktaş 2010). 1936 tarihli Dördüncü Umumî Müfettişlik Raporu’nda, bölge halkı “itaatsiz, gelişmemiş ve medenileştirilmesi gereken unsurlar” “vahşi”, “devlete sadakat göstermeyen” ve “Türkleştirilmesi gereken” bir unsur olarak sunulmakta; çözüm olarak da askeri güç, zorunlu iskân ve dil yasağı önerilmektedir (Beşikçi 1977; Jongerden 2007).

1937 yılında Seyit Rıza’nın öncülüğündeki direnişin bastırılması bahanesiyle başlatılan askeri harekât, 1938 yılında topyekûn bir yok etme operasyonuna dönüşmüştür. 1938’de Tunceli Valiliği ve Kumandanlığı tarafından yayımlanan “Tunceli Bölgesinde Yapılan Eşkıya Takibi Hareketleri, Köy Arama ve Silah Toplama İşleri Hakkında Kılavuz”un (Elazığ, Turan Matbaası) “Köyde eşkıya araması” başlığı altındaki bölümde evlerin yakılma şekli dahi anlatılmıştır:

“Damlar taş ve topraktan ibaret olup, yalnız tavan ve direkleri ve ağaç dalları vardır. Bunları yakmak güçtür. Ancak dam üstünden bir kısım toprak atılarak ağaçlar meydana çıkarılır. Toplanacak odun ve çalılar burada yakılmak suretiyle bina ateşe verilir. O da, kapısından içeriye odun yığarak ateşleme sureti ile genişletilir.” (Göktaş, 2010)

Katliamın ardından, Celal Bayar 1 Kasım 1938’de, hasta yatağında olan Atatürk’ün şu sözlerini okuyarak Meclis’i açmıştır: “Tunceli’deki toplu şekavet hadiseleri bir daha tekerrür etmemek üzere tarihe devrolunmuştur.”[ii] 20 Kasım 1937 yılında Nuri Dersimi tarafından Fransızca olarak yazılan ve “Dersim Aşiretleri Adına” Milletler Cemiyeti Umumi Kâtipliğine (Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği) gönderilen mektupta Dersim’de yaşananların tarihe devrolunamayacak kadar ağır bir vahşet içerdiğini göstermiştir:

“Türkiye hükümetinin on beş yıldan beri bütün Kürdistan’da çeşitli şekillerde izlediği yok etme siyasetini, özellikle iki yıldan beri Dersim adını taşıyan bölgemizde yoğunlaştırdığını, şimdiye kadar çeşitli yollarla uygarlık dünyasının bakışlarına sunduğu gibi bir kez daha insanlık ve uygarlık dünyasının en yüksek mahkemesi olan Cemiyetinize (Topluluğunuza) bildirmek zorunda bulunuyoruz… Bu hükümet Kürt ulusunun varlığına son vermek için; aile aile, grup grup, köy köy zorla göçürtme uygulamasından başlayarak; top, mitralyöz ve uçak bombardımanları ve boğucu gaz saldırılarına varıncaya kadar, hiçbir ölüm aracını kullanmaktan çekinmemektedir.”[iii]

Türk İslam ideologlarından olan Necip Fazıl Kısakürek dahi yaşanan ağır vahşete karşı kayıtsız kalamamıştır. Dersim’de yaşananlar için tarihte benzeri olmayan bir facia olarak söz eden Necip Fazıl, Son Devrin Din Mazlumları kitabının bir bölümünü Doğu Faciası başlığı altında Dersim’de yaşananlara ayırmıştır.

“En aşağı 50.000 Müslüman’ın kanını ve canını ihtiva etmesi bakımından, kalın hatlarıyla bir harita gibi çizdiğimiz ve şu anda yalnız ana prensip ve mânasıyle tespit ettiğimiz bu facianın, tarihte bir benzeri gösterilemez.

Babalarını arayan ve yanına gitmek istediklerini söyleyen iki mâsum çocuğun Hozat Kaymakamı tarafından süngületilerek babalarının yanına gönderilmesi… Kendisinin öğretmen ve köy halkıyla alâkasız bir şahıs olduğunu iddia ederek alevler içinden fırlamak isteyen bir gencin, kalasla itilip alevler içine atılması ve karşısında sigara içilmesi… Buğday sapları üstünde yakılan, daha evvel kurşunlanmış bütün bir köy halkı… Annesinin karnından sivri uçlu âletle çıkartıldıktan sonra yaşamakta devam eden ve hala topuğunda bu sivri uçlu âletin izini taşıyan çocuk… Bir dere içinde boğazlanan ve bu fiili yerine getiren cellâdın bulunması bir hayli zorluğa yol açan yirmi mâsum… Ve buna benzer daha neler, daha neler!..”[iv]

Tertele’nin Alevilik Sosyal Dünyasına Etkisi

Dersimlilerin “Tertele” olarak kodladığı 1937-38 katliamı, yalnızca bir isyan bastırma operasyonu değil; devletin uzun yıllara yayılan planlamalarının sonucu olarak hayata geçirilen kapsamlı bir imha harekâtıdır. Katliamın vahşet düzeyi, özellikle belirli mekânlarda somutlaşmıştır. Bunlardan en bilineni, Kutu Deresi’dir. Tanıklıklara göre, burada toplanan kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan büyük gruplar makineli tüfeklerle taranmış; sonra cesetler üzerine benzin dökülerek yakılmıştır. Bazı kaynaklara göre, hayatta kalanların da canlı canlı ateşe atıldığı belirtilmektedir. Bu mekân, Dersimliler arasında katliamın en trajik anılarından biri olarak hafızada yaşamaktadır (Bulut 2010.). Benzer bir şekilde, Halvori Gözeleri, Laç Deresi ve Danzik Vadisi gibi yerlerde de sivillerin uçurumdan atıldığı, mağaralara sığınanların içeride diri diri yakıldığı yönünde çok sayıda tanıklık bulunmaktadır. Çocukların bir kısmı, savaş ganimeti gibi Ankara’ya götürülerek üst düzey bürokratlara evlatlık verilmiş, kimlikleri değiştirilmiş ve asimile edilmiştir (Bayrak 1993; Üngör 2011).

Bu süreç, aynı zamanda Alevi inanç sisteminin de derin bir şekilde parçalanmasına yol açmıştır. Katliam sırasında çok sayıda ocakzade, pir, mürşid ve rehber hedef alınmış; kutsal mekânlar tahrip edilmiş, cemler yasaklanmış, cem evleri kapatılmıştır. Bu da hem fiziksel hem de ruhsal bir soykırım anlamına gelmektedir. Zira Alevilikte toplumsal ve ruhsal yapı, bu inanç önderleri ve ritüel merkezleri etrafında şekillenir. Bu yapı çöktüğünde, toplumun kimliği de dağıtılmış olur (İlkkaracan 2012; Kaya 2009).

Nekro-Siyaset bağlamında Tertele

Tertele, yalnızca askeri bir operasyon değil; bir halkın fiziksel olarak ortadan kaldırılmasının ötesinde, varoluşsal, inançsal, kültürel ve siyasal olarak yok sayılmasına, susturulmasına ve “ötekileştirilmiş çıplak hayat” konumuna indirgenmesine dair planlı ve sistematik bir nekro-politik operasyon olarak değerlendirilmelidir. Tertele, yalnızca öldürme eyleminin uygulandığı bir tarihsel kırılma değil; aynı zamanda ölümün, kimliksizleştirmenin ve değersizleştirmenin doğrudan siyasi araç haline geldiği bir devlet projesidir. Bu anlamda, Tertele’nin karakteri, Achille Mbembe’nin Nekro-Siyaset[v] kavramıyla derinlemesine açıklanabilir: Devletin, “kimin yaşayıp kimin öleceğine karar verme yetisini” egemenliğin en temel göstergesi olarak hayata geçirdiği bir formülasyon olmuştur.

Mbembe’nin analizine göre egemenlik, yalnızca yaşamı düzenlemek değil, ölüme açık kılma hakkını da elinde tutmaktır. Dersim’de bu egemenlik uygulaması, köylerin yakılması, kutsal mekânların tahribi, kadın ve çocukların hedef alınması ve sürgün politikalarıyla somutlaşmıştır. Katliam yalnızca bir “isyan bastırma” eylemi değil, istisna halinin kalıcılaştırıldığı, hukuk dışı ama sistematik olan bir “öldürme rejimi”dir. Bu öldürme pratiği, Michel Foucault’nun “biyo-iktidar” tanımını aşarak, doğrudan doğruya “nekro-iktidar”a dönüşmüştür; yani yaşamı korumak değil, belirli toplulukları açıkça ölüme mahkûm etmek üzerine kurulmuş bir iktidar yapısı.

Katliam sırasında hayatta kalanların tanıklıkları, bu nekro-iktidarın nasıl işlediğini çarpıcı biçimde ortaya koyar. Bugün 90’lı yaşlarında olan birçok Dersimli, annesinin ya da kardeşinin gözlerinin önünde öldürüldüğünü, mağaralara sığınanların yakılarak diri diri öldürüldüğünü anlatır. Kutu Deresi’nde yaşananlar, bu ölüm rejiminin zirveye ulaştığı bir mekândır: Tanıklıklara göre burada yüzlerce kişi, tek tek sıralanıp makineli tüfeklerle öldürülmüş, ardından cesetler üzerlerine benzin dökülerek yakılmıştır. Kadınlar kaçmasın diye elbiseleri çıkarılmış; çocuklar annelerinin kucağında süngülenmiş, sığındıkları derin mağaralar ateşe verilmiştir. “Ağır makinelileri kuruyorlardı, bazıları o yana, bazıları bu yana kaçardı. Çığlıklar, ağlamalar. Kadınların saçları ağaçlara dallara takılırdı, memeleri kopardı. Kolları kopardı vücudundan. Ağır makineli. Allah o yılları bir daha geri getirmesin. Siz görmediniz, görmeyesiniz.”[vi] Bir tanığın ifadesiyle: “Ses etmememizi söylediler. Çünkü konuşmak ağlamak demekti, ağlamak öldürülmekti.” Bu tür anlatılar, nekro-siyasetin yalnızca fiziksel bir yok etme değil, aynı zamanda ontolojik bir sessizleştirme anlamına geldiğini gösterir.

Yas Hafıza Direniş

Dersim’de öldürülenler, yalnızca bireyler değil; hafıza, ritüel, cem, ocak, dil ve inanç sistemleri de topyekûn hedef alınmıştır. Devletin bu stratejisi, Mbembe’nin belirttiği gibi, bir “mekân mühendisliği”dir: Yas, hafıza ve direnişin barındığı mekânlar yok edilerek, hatırlamanın coğrafyası tahrip edilmiştir. Tertele, bu anlamda sadece bedenlerin değil, kolektif kimliğin de öldürülmesi girişimidir. Bireyler yalnızca öldürülmemiş; aynı zamanda konuşma, yas tutma, anma ve anlatma hakları da ellerinden alınmıştır. Bu, Hannah Arendt’in totalitarizm analizinde vurguladığı gibi, insanın “siyasal” varlık olarak işlevsizleştirilmesidir.

Sürgün edilen Dersimliler arasında anlatılan ağıtlarda ve masallarda bu sessizlik kendini derin bir hüzünle dışa vurur. Bir ağıtta şöyle denir: “Gittik, döndük, yoktu artık taşlar bile, anamın mezarı bile…”. Tertele sonrasında kalanlar, isimlerini, dillerini ve inançlarını saklayarak hayatta kalmaya çalışmışlardır. Kimi anneler çocuklarına kendi dilini öğretmemiştir; “konuşursa öldürülür” korkusu, bir kuşaktan diğerine miras bırakılmıştır. Bu korku, Mbembe’nin tarif ettiği “çırılçıplak bırakılmış hayat” kavramının Dersim’deki karşılığıdır: İnsan, artık haklara değil, hayatta kalmak için susmaya mahkûm bir varlığa indirgenmiştir.

Mbembe’nin analizinde dikkat çektiği önemli bir unsur da, egemenliğin “ölüm ve yaşam arasındaki karar yetkisini” hangi araçlarla meşrulaştırdığıdır. Dersim’de bu araçlar arasında Şark Islahat Planı, Tunceli Kanunu, olağanüstü valilikler ve askeri belgeler yer alır. Bu belgelerde halkın “asi”, “serkeş”, “haydut” ve “medenileştirilmesi gereken” olarak tanımlanması, onların insan statüsünden çıkarıldığını ve dolayısıyla öldürülebilir hale getirildiklerini gösterir. Bu da Agamben’in “çıplak hayat” (homo sacer) kavramına doğrudan denk düşer: Hukuken korunmayan, öldürülmesi ceza gerektirmeyen yaşam. Mbembe’nin belirttiği gibi, nekro-siyaset yalnızca fiziki öldürmeyi değil; aynı zamanda anlamı, temsil hakkını, özne olma yetisini de gasp etmeyi içerir.

Sonuç

Sonuç olarak, Dersim 1937-38 kırımı, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus-devletleşme sürecinde etnik ve mezhepsel farklılıkları ortadan kaldırmayı amaçlayan çok katmanlı bir şiddet politikasının en ağır halkasıdır. Bu olay, yalnızca bir askeri müdahale değil; ideolojik, kültürel ve demografik düzeyde gerçekleştirilen bir yok oluştur. Bugün hâlâ Alevi-Kürt topluluklarının belleğinde canlılığını koruyan bu olay, Cumhuriyet tarihinin en karanlık ve hâlâ tam olarak yüzleşilmemiş travmalarından biridir. Bugün hâlâ Dersimliler, Tertele’yi yalnızca bir katliam değil, “bir yok oluş, yok sayılma, bir mezarsızlık hali” olarak tanımlar. Bu travma, ritüellere, nefeslere, anma törenlerine ve ağıtlara dönüşerek kolektif bellekte direniş biçimine evrilmiştir. Tertele sonrası yaşanan sessizlik, günümüzde giderek daha yüksek sesle kırılmaktadır. Her anlatı, her isim, her ağıt, ölüm siyasetine karşı bir yaşam iddiasıdır. Böylece Tertele yalnızca ölülerin hatırlanması değil, yaşayanların da özne olarak yeniden varlık kazandığı bir alan haline gelmektedir. Dolayısıyla Tertele’yi anmak, sadece geçmişi hatırlamak değil; egemenliğin hangi bedellerle kurulduğunu ve nasıl yeniden sorgulanabileceğini de düşünmektir.

Sonnotlar

[i] Necmi Günel, Dersim İsyanı (1937), 144.

[ii] Der. Nimet Arsan, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 406.

[iii] Mehmet Bayrak, Kürdoloji Belgeleri, 177-178.

[iv] Necip Fazıl, Son Devrin Din Mazlumlari, 167-171.

[v] https://ayrintidergi.com.tr/nekro-siyaset/

[vi] https://www.rudaw.net/turkish/kurdistan/1511202112

Kaynakça & Ek Okumalar

Ahmad, Feroz. 1993. The Making of Modern Turkey. London: Routledge.

Assmann, Jan. 2008. Kültürel Bellek. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Bayrak, Mehmet. 1992. Aleviler. Ankara: Özge Yayınları.

Bayrak, Mehmet. 1993. Kürtler ve Ulusal Demokratik Mücadeleleri. Ankara: Özge Yayınları.

Beşikçi, İsmail. 1977. Kürtlerin ‘Mecburi İskânı’. İstanbul: Komal Yayınları.

Bozarslan, Hamit. 2009. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 6: İslamcılık. İstanbul: İletişim Yayınları.

Bulut, Faik. 2010. Dersim Katliamı. İstanbul: Evrensel Yayınları.

Cappelletto, Francesca. 2003. “Long-Term Memory of Extreme Events.” History & Memory 15(1): 129–147.

Göktaş, Hıdır. 2010. Kürtler-İsyan-Tenkil. İstanbul: İletişim Yayınları.

Jongerden, Joost. 2007. The Settlement Issue in Turkey and the Kurds. Leiden: Brill.

Kısakürek, Necip Fazıl. 1950. Son Devrin Din Mazlumları. İstanbul: Büyük Doğu Yayınları.

Koç, Ayhan. 2021. “Dersim’in ‘Sorunlaştırılması’ Üzerine Bir İnceleme.” Toplum ve Kuram 16: 52–64.

Koçak, Cemil. 2023. Cumhuriyet Dönemi İç Güvenlik Politikaları. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

Koçgiri, Cemil. 2011. Kayıp Dersim. İstanbul: İletişim Yayınları.

Mbembe Achille, Nekro-Siyaset: https://ayrintidergi.com.tr/nekro-siyaset/ 12 Mayıs 2014

McDowall, David. 2007. A Modern History of the Kurds. London: I.B. Tauris.

Tunceli Valiliği. 1938. Köy Arama ve Silah Toplama Kılavuzu. Elazığ: Turan Matbaası.

Üngör, Uğur Ümit. 2011. The Making of Modern Turkey. Oxford: Oxford University Press.

Yayman, Hüseyin. 2004. Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası. Ankara: SETA Yayınları.

Tertele

Date Published: July 2, 2025
Summary

* This entry was originally written in Turkish.

The 1937–38 Dersim massacre was not merely a regional military operation, but a systematic policy of violence by the early Turkish Republic targeting ethno-religious identities it had marked as “the other.” From the establishment of the republican regime, policies of demographic engineering, assimilation, and forced displacement laid the historical foundation for the Dersim massacre. The intervention specifically targeting Dersim aimed to eliminate the Alevi-Kurdish identity on both physical and cultural levels.

Historical-Political Background

The foundation of the Republic of Turkey was shaped by the goals of modernization, centralization, and nation-state building. These objectives brought with them a series of radical practices aimed at transforming the multi-ethnic, multilingual, and multi-faith structure of regions such as Anatolia, Lazistan, and Kurdistan. In this context, the ethnic and religious diversities inherited from the Ottoman Empire’s multi-national system were viewed by the new regime as a “problem,” and the concept of the “acceptable citizen” was constructed primarily around a Turkish, Sunni, and secular identity. Accordingly, non-Muslim populations—especially Armenians, Greeks, and Assyrians—were pushed out of the system through measures such as the 1915 Armenian Genocide, the 1923 Turkish-Greek Population Exchange, and the 1942 Wealth Tax. Muslims who were ethnically or confessionally distinct, such as Kurds and Alevis, were targeted by policies of assimilation, forced resettlement, and repression in an attempt to homogenize the population (Bozarslan, 2009).

Within this framework, the Dersim region—home to both Kurdish and Alevi identities and historically distanced from centralized authority—became one of the primary targets of the Republican regime. Due to its geographically isolated terrain, strong tribal structures, and heterodox belief system, Dersim was classified by the state as a region that required “correction.” Following the 1925 Sheikh Said Rebellion, the Eastern Reform Plan (Şark Islahat Planı) was drafted, directly targeting this area and others with similar structures. The plan included policies such as the forced resettlement of Kurds, the prohibition of the Kurdish language, the erasure of Alevism from public life, and the dismantling of local social structures (Bayrak 1993; Yayman 2004). Its central aim was to “eliminate the traces of Kurdishness and Alevism in the eastern provinces” and to incorporate these regions into the “Turkish cultural sphere.” İsmet İnönü’s statement—“Our duty is to make everyone within the Turkish homeland unquestionably Turkish” (Bayrak 1993, 526)—epitomizes the assimilationist ideology at the core of the nation-state project.

Archival records and official reports from the period clearly indicate that military and administrative planning targeting Dersim was systematically prepared and implemented over a span of years. Hamdi Bey’s 1926 report, which stated “Dersim is becoming increasingly Kurdish, ideological, and dangerous. For the Republic, Dersim is a boil. A decisive operation on this boil is a national duty,” was soon followed by a report from Şükrü Kaya. As the Minister of the Interior, Kaya proposed in his 1931 report that new schools be opened in Dersim to “civilize” its people. According to Kaya, education should bring the people of Dersim closer to Turkishness and instill in them the belief that they are ethnically Turkish. This, he argued, could be achieved through schooling.

Further state strategies for the “correction” of Dersim were outlined in assessments by Fevzi Çakmak in the 1930s, the 1935 Tunceli Law (Law No. 2884), and reports by Abidin Özmen, Inspector General in Diyarbakır (Koçgiri 2011; Göktaş 2010). The 1936 report of the Fourth General Inspectorate described the local population as “disobedient, underdeveloped, and in need of civilization,” branding them “wild,” “disloyal to the state,” and in need of “Turkification.” The recommended solutions included military force, compulsory resettlement, and the prohibition of native languages (Beşikçi 1977; Jongerden 2007). [i]

In 1937, under the pretext of suppressing the resistance led by Seyit Rıza, a military campaign was launched that, by 1938, had escalated into a full-scale annihilation operation. The “Manual on Bandit Pursuit Operations, Village Searches, and Weapons Confiscation in the Tunceli Region,” published by the Governorship and Command of Tunceli in 1938 (Elazığ, Turan Printing House), even detailed the methods for burning down homes in its section titled “Bandit Searches in Villages”: “The roofs consist of stone and earth, with only the ceiling beams and tree branches being flammable. These are difficult to burn. However, if a layer of earth is removed from the roof to expose the wood, kindling and brushwood can be burned there to set the structure on fire. The fire is then enlarged by piling wood at the entrance and igniting it.” (Göktaş, 2010)

Following the massacre, on November 1, 1938, Celal Bayar opened the Turkish Parliament by reading the words of Atatürk, who was gravely ill at the time: “The widespread banditry incidents in Tunceli have been consigned to history never to recur.” [ii] On November 20, 1937, Nuri Dersimi, writing in French on behalf of the Dersim tribes, sent a letter to the Secretary-General of the League of Nations (now the United Nations), declaring that what occurred in Dersim was far too brutal to be relegated to history:

“We are compelled, once again, to inform your esteemed Assembly—the highest tribunal of humanity and civilization—that the Turkish government has, for the past fifteen years, pursued a policy of annihilation throughout Kurdistan, and that over the last two years, this policy has been intensified particularly in our region known as Dersim… In its effort to eradicate the Kurdish nation, this government has not refrained from employing any means of death—from forced deportations carried out family by family, group by group, village by village, to artillery, machine gun and aerial bombardments, and even chemical gas attacks.” [iii]

Even Necip Fazıl Kısakürek, one of the prominent ideologues of Turkish-Islamic thought, could not remain indifferent to the scale of brutality. Referring to the events in Dersim as an unprecedented catastrophe in history, he devoted a section titled “Eastern Catastrophe” in his book Martyrs of the Last Era of Religion (Son Devrin Din Mazlumları) to what had taken place in Dersim: “This catastrophe, which we have broadly outlined like a map and which, in its essence and principle, we have only just begun to grasp, involved the blood and lives of no fewer than 50,000 Muslims.Two innocent children, seeking their fathers and asking to be taken to them, were bayoneted on the orders of the district governor of Hozat and thus ‘sent to their fathers’… A young man who tried to escape the flames, claiming he was a teacher and unaffiliated with the villagers, was shoved back into the fire with a beam while people watched and smoked cigarettes… An entire village population, already shot, was burned alive on bundles of wheat straw… A child, still alive after being removed from its mother’s womb with a sharp instrument, still bears the scar on its heel… Twenty innocents were slaughtered in a stream, and it was no easy task to identify the executioner responsible… And many more horrors, unspeakable horrors!”[iv]

The Impact of Tertele on the Alevi Social World

The 1937–38 massacre that the people of Dersim refer to as Tertele was not merely a military operation to suppress a rebellion, but rather a large-scale annihilation campaign implemented as the result of long-term state planning. The level of brutality reached during the massacre became particularly concrete in certain locations, the most infamous of which is Kutu Creek (Kutu Deresi). According to eyewitness accounts, large groups composed of women, children, and the elderly were gathered there and mowed down with machine guns; their corpses were then doused in gasoline and set ablaze. Some sources also report that survivors were thrown alive into the fire. This site remains etched in collective memory as one of the most tragic symbols of the massacre for the people of Dersim (Bulut 2010).

Similarly, numerous testimonies speak of civilians being thrown off cliffs in places like Halvori Springs, Laç Creek, and the Danzik Valley, and of people who had taken refuge in caves being burned alive inside. Some children were taken to Ankara like war spoils, adopted by high-level bureaucrats, had their identities changed, and were assimilated (Bayrak 1993; Üngör 2011).

This process also led to the profound dismantling of the Alevi belief system. During the massacre, numerous ocakzade (lineal descendants of sacred lineages), pirs, mürşids, and rehbers—spiritual guides within the tradition—were targeted; sacred sites were destroyed, cem rituals were banned, and cemevis (Alevi houses of worship) were shut down. This constituted both a physical and spiritual form of genocide. In Alevism, both social and spiritual life are structured around these religious leaders and ritual centers; when that structure collapses, the collective identity of the community disintegrates as well (İlkkaracan 2012; Kaya 2009).

Tertele in the Context of Necropolitics

Tertele must be understood not merely as a military operation, but as a deliberate and systematic necropolitical campaign aimed not only at the physical destruction of a people but also at their existential, religious, cultural, and political erasure—reducing them to a state of “othered bare life.” Tertele was not only a historical rupture marked by acts of killing, but also a state project in which death, dehumanization, and the stripping of identity became direct instruments of politics. In this sense, the nature of Tertele can be deeply explained through Achille Mbembe’s concept of necropolitics: the enactment of sovereignty through the power to decide who may live and who must die.[v]

According to Mbembe’s analysis, sovereignty is not limited to the regulation of life; it also entails the right to expose individuals to death. In Dersim, this exercise of sovereign power materialized through the burning of villages, the destruction of sacred sites, the targeting of women and children, and forced deportation policies. The massacre was not simply an act of “rebellion suppression”; it was a regime of killing—extralegal but systematic—in which the state of exception was rendered permanent. This practice of killing surpassed Michel Foucault’s notion of “biopower” and transformed directly into “necropower”: a structure of rule based not on protecting life, but on deliberately condemning specific communities to death.

The testimonies of survivors vividly expose how this necropower operated. Many Dersimlis, now in their nineties, recount how their mothers or siblings were murdered before their eyes, and how those who took refuge in caves were burned alive. The events at Kutu Creek (Kutu Deresi) represent the apex of this death regime: according to eyewitnesses, hundreds of people were lined up and killed with machine guns, after which their corpses were doused in gasoline and set on fire. Women were stripped to prevent them from fleeing; children were bayoneted in their mothers’ arms; deep caves where people had hidden were set ablaze.

“They were setting up the heavy machine guns. Some ran this way, others ran that way. Screams, cries. Women’s hair got caught on tree branches; their breasts were torn off. Arms were severed from bodies. Heavy machine gun fire. May God never bring back those years. You didn’t see it, and may you never see it.”[vi]

One witness said: “They told us not to make a sound. Because to speak was to cry, and to cry was to be killed.”

Such accounts reveal that necropolitics involves not only physical annihilation but also ontological silencing—the erasure of the very possibility of voice, grief, and memory.

Mourning, Memory, Resistance

Those killed in Dersim were not only individuals—their deaths also targeted memory, ritual, the cem ceremony, the ocak system, language, and belief structures as a whole. As Mbembe suggests, the state’s strategy here can be described as a form of “spatial engineering”: by destroying the physical spaces that harbored mourning, memory, and resistance, the geography of remembrance was deliberately dismantled. In this sense, Tertele was not only an attempt to destroy bodies, but also to obliterate collective identity. Individuals were not only killed—they were stripped of their rights to speak, to mourn, to remember, and to narrate. This echoes Hannah Arendt’s analysis of totalitarianism: the deactivation of the human being as a “political” subject.

This imposed silence emerges with deep sorrow in the laments and folktales passed down among exiled Dersimlis. One lament says: “We went back, but not even the stones were left… not even my mother’s grave…” In the aftermath of Tertele, survivors tried to stay alive by hiding their names, languages, and beliefs. Some mothers refrained from teaching their children their own language. The fear that “if they speak, they will be killed” was passed from one generation to the next. This fear embodies Mbembe’s notion of the “bare life” left completely exposed: a person reduced not to a bearer of rights, but to someone condemned to silence just to survive.

An important point in Mbembe’s analysis is the question of how sovereignty legitimizes its authority to decide between life and death. In the case of Dersim, instruments of this legitimization included the Eastern Reform Plan, the Tunceli Law, emergency governorships, and military directives. These documents described the population as “rebellious,” “wild,” “bandit-like,” and “in need of civilization”—categorizing them as outside the realm of the human, and therefore killable. This directly echoes Giorgio Agamben’s concept of the homo sacer, or “bare life”: a life unprotected by law, whose killing carries no legal consequence. As Mbembe argues, necropolitics involves not only physical killing, but also the seizure of meaning, the right to representation, and the capacity to exist as a subject.

Conclusion

In conclusion, the 1937–38 Dersim massacre represents the most brutal stage of a multilayered policy of violence aimed at eradicating ethnic and sectarian difference during the Turkish Republic’s nation-building process. It was not merely a military intervention, but an act of annihilation carried out at ideological, cultural, and demographic levels. This event remains vivid in the memory of Alevi-Kurdish communities and continues to stand as one of the darkest, and still unreckoned with, traumas of the Republican era. To this day, the people of Dersim describe Tertele not only as a massacre, but as an experience of erasure, of being rendered nonexistent, of having no grave. That trauma has transformed into forms of resistance through rituals, sacred chants (nefes), commemorations, and laments. The imposed silence of Tertele is now breaking, louder than ever. Every story told, every name recalled, every lament voiced constitutes a claim to life against the politics of death. In this way, Tertele is not only about remembering the dead—it is also a space where the living reclaim their subjecthood. To remember Tertele is not only to recall the past, but also to confront the costs of sovereignty and consider how it can be questioned anew.

Endnotes

[i] Necmi Günel, Dersim İsyanı (1937), p. 144.
[ii] Nimet Arsan (ed.), Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, p. 406.
[iii] Mehmet Bayrak, Kürdoloji Belgeleri, pp. 177–178.
[iv] Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları, pp. 167–171.
[v] Achille Mbembe, “Nekro-Siyaset,” Ayrıntı Dergi, https://ayrintidergi.com.tr/nekro-siyaset/
[vi] “Kutu Deresi Tanıklığı,” Rûdaw Türkçe, https://www.rudaw.net/turkish/kurdistan/1511202112

References & Further Reading

Ahmad, Feroz. 1993. The Making of Modern Turkey. London: Routledge.

Assmann, Jan. 2008. Kültürel Bellek [Cultural Memory]. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Bayrak, Mehmet. 1992. Aleviler. Ankara: Özge Yayınları.

Bayrak, Mehmet. 1993. Kürtler ve Ulusal Demokratik Mücadeleleri [Kurds and Their National-Democratic Struggles]. Ankara: Özge Yayınları.

Beşikçi, İsmail. 1977. Kürtlerin ‘Mecburi İskânı’ [The ‘Forced Settlement’ of the Kurds]. İstanbul: Komal Yayınları.

Bozarslan, Hamit. 2009. “Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 6: İslamcılık” [Political Thought in Modern Turkey, Vol. 6: Islamism]. İstanbul: İletişim Yayınları.

Bulut, Faik. 2010. Dersim Katliamı [The Dersim Massacre]. İstanbul: Evrensel Yayınları.

Cappelletto, Francesca. 2003. “Long-Term Memory of Extreme Events.” History & Memory 15(1): 129–147.

Göktaş, Hıdır. 2010. Kürtler-İsyan-Tenkil [Kurds–Rebellion–Suppression]. İstanbul: İletişim Yayınları.

Jongerden, Joost. 2007. The Settlement Issue in Turkey and the Kurds. Leiden: Brill.

Kısakürek, Necip Fazıl. 1950. Son Devrin Din Mazlumları [The Religious Victims of the Last Era]. İstanbul: Büyük Doğu Yayınları.

Koç, Ayhan. 2021. “Dersim’in ‘Sorunlaştırılması’ Üzerine Bir İnceleme” [An Analysis on the ‘Problematisation’ of Dersim]. Toplum ve Kuram 16: 52–64.

Koçak, Cemil. 2023. Cumhuriyet Dönemi İç Güvenlik Politikaları [Internal Security Policies of the Republican Era]. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

Koçgiri, Cemil. 2011. Kayıp Dersim [The Lost Dersim]. İstanbul: İletişim Yayınları.

Mbembe, Achille. 2014. “Nekro-Siyaset” [Necropolitics]. Ayrıntı Dergi. https://ayrintidergi.com.tr/nekro-siyaset/

McDowall, David. 2007. A Modern History of the Kurds. London: I.B. Tauris.

Tunceli Governorship. 1938. Köy Arama ve Silah Toplama Kılavuzu [Manual on Village Searches and Weapon Confiscation]. Elazığ: Turan Matbaası.

Üngör, Uğur Ümit. 2011. The Making of Modern Turkey. Oxford: Oxford University Press.

Yayman, Hüseyin. 2004. Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası [Turkey’s Kurdish Conflict Memory]. Ankara: SETA Yayınları.

Retour en haut
[working_gallery]